karen armstrong
jean paul sartre, insan bilincinde tanrı'nın her zaman bulunduğu, tanrı biçimli boşluktan söz etti. bununla birlikte, tanrı varsa bile, tanrı düşüncesi özgürlüğümüzü reddettiğine göre, onu reddetmek gerektiğinde ısrar etti.
geleneksel din bize tam insan olmak için insanlığın tanrı düşüncesine boyun eğmesi gerektiğini söyler. oysa biz insanlığı özgürlüğün bulduğu beden olarak görmeliyiz.
sartre'ın ateistliği avutucu bir öğreti değildi ama diğer varoluşçular tanrı'nın yokluğunu olumlu bir kurtuluş olarak gördüler.
maurice merleau ponty, merak duyumuzu artırmak yerine tanrı'nın aslında onu reddettiğini ileri sürdü. çünkü tanrı tam bir kusursuzluğu simgeler, bizim yapabileceğimiz ya da kazanacağımız bir şey kalmamıştır.
albert camus, kahramanca bir ateistliği önerdi. insanlar, insanlığa duydukları arzuyu dışarı boşaltabilmek için cüretle tanrı'yı reddetmeliydiler. her zamanki gibi ateistlerin geçerli bir dayanakları vardı. tanrı geçmişte gerçekten bir yaratıcılık gösterisi için kullanılmıştı. olası her soruna veya duruma kapsamlı bir yanıt vermiş olsaydı, merak veya başarma duyularımızı gerçekten bastırabilirdi. tutkulu ve bağlayıcı bir ateistlik usandırıcı ve yetersiz bir tektanrıcılıktan daha dinsel olabilir.
marksist filozof ernst bloch, tanrı düşüncesini insanlık için doğal buldu. insan yaşamının bütünü geleceğe yönelmişti: yaşamlarımızı eksik ve tamamlanmamış olarak yaşarız. hayvanların tersine, asla yetinmeyip hep daha çok isteriz. bu, yaşamımızın her noktasında kendimizi aşmak ve bir sonraki aşamaya geçmek zorunda olduğumuzdan bizi düşünmeye ve gelişmeye iter: bebek emeklemek zorundadır, yeni yürüyen yetersizliklerinin üstesinden gelmek ve çocuk olmak zorundadır ve benzeri. tüm düşlerimiz ve isteklerimiz ileriye, sonra gelene yönelir. felsefe bile, henüz olmayanın, bilinmeyenin deneyimi olan, merakla başlar. sosyalizm de bir ütopya için ileriye bakar ancak, inancın marksist reddine karşın, umudun olduğu yerde din de vardır.
feuerbach gibi, bloch da tanrı'yı henüz gerçekleşmemiş insan ülküsü olarak gördü ama bunu yabancılaşma olarak görmek yerine insanlık durumu için elzem buldu.
max horkheimer, frankfurt okulu'nun alman toplum kuramcısı, tanrı'yı bir bakıma peygamberleri anımsatan önemli bir ülkü olarak gördü. onun var olup olmadığı ya da ona inanıp inanamamak gereksizdir. tanrı düşüncesi olmaksızın kesin anlam, hakikat ya da ahlaklılık olmaz: basit olarak bir tat, bir hal ya da bir kapris sorusuyla başlar etik politika ve ahlak bilimi tanrı düşüncesini her nasıl olur da içermezse, pragmatik ve zekiden çok açıkgöz kalacaklardır.
kesin olan bir şey yoksa niye nefret etmemeliyiz'in ya da niye savaş barıştan daha kötüdür'ün hiçbir nedeni yoktur. din esas olarak bir tanrı var diye içte duymaktır. en baş düşlerimizden biri adalet özlemidir (çocukların şikayetlerini nasıl da sıkça duyarız: 'hiç de adil değil!'). din, acı çekiş ve hatayla yüz yüze gelen sayısız insanın arzularını ve suçlamalarını kaydeder. bu bizi sınırlı doğamızın farkına vardırır; hepimiz dünyanın haksızlığının son sözcük olmayacağını umuyoruz.