ahmet hamdi tanpınar
mümtaz mavi zarfı cebine soktu. gözleri, başka bir öğreteceğin var mı? diye telefona dikili, kiracıya veda etti. adamın yüzüne garip bir utanma hissiyle bakmamıştı. hiçbir siyasi münakaşa, hiçbir sefir dosyası, yalnız bir tarafına şahit olduğu bu konuşma kadar ona vaziyeti öğretemezdi. harp olacaktı. sendeleye sendeleye yürüyor, ikide bir alnını siliyordu. "harp olacak" diyordu. bu herhangi bir seferberlikten başka türlü; daha emin, daha kat'i bir hazırlanıştı. bu yüzde yüzün, yüzde binin kat'iliği idi. demek bütün bu dükkânların içinde bu sessiz hazırlanış vardı. telefonlar işliyor, bir lahzada kalay, kösele, boya ve makine eşyası kalkıyor; rakamlar değişiyor, sıfırlar çoğalıyor, imkânlar azalıyordu.
"harp olacak. gideceğiz, hepimiz gideceğiz." korkuyor muydu? kendisini iyice yokladı. hayır, korkmuyordu. hiç olmazsa, bu anda duyduğu şeye korku denemezdi. sadece rahatsız olmuştu. içine birdenbire, renksiz, manasız bir şey, henüz cinsini bilmediği bir hayvan çöreklenmişti. ne olduğunu anlamak için beklemek lazımdı. "ölümden korkmuyorum." diyordu. bütün ömrümce ölüme o kadar yakın yaşadım ki.. ondan korkmama sebep yok. fakat harp, hatta gidenler için bile sade ölüm değildi. tek başına ölüm basit bir şeydi. bazen insan ona en son çare diye bakabilirdi.
kaç defa mümtaz, tıpkı, şurada sekiz, on kulaç su kaldı; ayaklarım karaya bastığı, kollarım toprağı kucakladığı zaman bütün yorgunluklarım bitecek diye düşünen bir yüzücü gibi, onu bir selamet toprağı, geçilmesi lazım bir karşı yaka gibi görmüştü. bu, herkes için aşağı yukarı böyle olmalıydı. hayır, kötü olan ölüm değildi; ölümün, bu basit işin, bu peşin pazarlığın birdenbire ve her şeyle beraber son derece güçleşmesi, çözülmez yumak haline gelmesi, beş on kulaç suyun, bin türlü engelle doluvermesiydi. -bütün ıstıraplarım, orada, o eşikte bitecek.
acaba hep böyle mi düşünürüz; ölümün mü, hayatın mı çocuğuyuz? bu saati hangisi kuruyor, mevsimlerin eli mi, mutlak karanlığın parmağı mı? ölüm muhakkak ki bir akıbet. "fakat mademki hayat denen piyango beni teşkil eden adem parçasına isabet etmiş. mademki kainat, her zerresiyle benim için canlanmış, o halde duyguların ve duyumların cennetinde, bu acayip walt disney oyununda sonuna kadar payımı almalıyım!" hayır, böyle de düşünemiyordu. bu da çok basitti. bu sadece dışarıda kalmak, satıhta yüzmekti.
kapının önünde kalmıyoruz ki, evin içine giriyoruz, ona sahip oluyoruz, benimsiyoruz, benimdir diyoruz, istiyoruz, memnun oluyoruz. gidenin arkasından ağlıyor, gitme! diye eteklerine yapışıyoruz. hiçbir şeyi kendimizden ayırmıyoruz. bir sofraya davet edilmiş değiliz; belki mütemadiyen içimizden yaratıyor, doğuruyoruz. hiçbirimiz hayatı maddenin arızi bir hali gibi kabul etmiyoruz. hatta bu işi anlamak isteyenler bile, sonuna kadar oyunun içinde kalıyorlardı. her şey bizden geliyor, bizimle geliyor ve bizde oluyor. ne ölüm var, ne de hayat var. biz varız. ikisi de bizde. onlar, ötekiler sadece zaman aynasından geçen küçük, büyük arızalardı.
merih'te bir dağ küçük bir patlayışla çöker. ayda lav dereleri kurur. kehkeşanın ortasında güneşte parlayan büyük buğday başakları gibi, yeni güneş manzumeleri kurulur. denizlerin dibinde mercan adaları doğar, yıldızlar aya karşı rüzgârların dağıttığı nisan çiçekleri gibi, bir renk ve ateş kıvılcımında dağılırlar. kuş kurdu yer, bir ağacın kabuğunda yüz bin haşere tohumu birden açar, yüz bini birden toprağa karışır. bunların hepsi kendiliğinden olan şeylerdi. bunlar kainat dediğimiz, büyük, tek, emsalsiz incinin, o mücerret zaman çiçeğinin, zaman nergisinin üzerinde parlayan, onu vakit vakit ve yer yer karartan akisleriydi.
yalnız insanoğlunda idi ki yekpare ve mutlak zaman, iki hadde ayrılıyor; içimizde bu küçük idare lambası, bu isli aydınlık çırpındığı, çok basit şeylere kendi mudil riyaziyesine soktuğu için, süreyi toprağa düşen gölgemizle ölçtüğümüz için, ölüm ve hayatı birbirinden ayırıyor ve kendi yarattığımız bu iki kutbun arasında düşüncemiz bir saat rakkası gibi gidip geliyordu. insanoğlu, zamanın bu mahpusu, onun dışına fırlamaya çalışan bir biçare idi. onun içinde kaybolacağı geniş ve biteviye akan nehrinde her şeyle beraber akacağı yerde, onu dışarıdan seyre çalışıyordu. onun için bir ıstırap makinesi olmuştu. bir itiliş, haydi ölümün ucundayız; her şey bitti. mademki sıfırın bütününü kırdık, adet olmaya razı olduk, bunu kabul etmek lazım. fakat hız bizi kendiliğinden öbür hadde götürüyor. hayatın ortasındayız, onunla doluyuz, tekrar hızımızın oyuncağıyız; fakat bu sefer, bu sefer terazi mutlak surette ölüme doğru eğiliyordu. bütün ıstıraplar kendi misilleriyle artacaklardı.
insanlığın talihi aklıyla zamanın dışına fırladığı, aşkın nizamına karşı koyduğu, geniş istihalenin ortasında bir istikrar istediği için, kendiliğinden teşekkül etmiş bir şeydi. insanlığın hakiki talihi buydu. küçük bir idare lambasının, yalnız gölge ve karanlığı görmeye mahsus, onlardan kendisine bir zindan yapabilecek kudrette bir cihazın esiri olması, bu küçük homunculos'un peşine takılıp koşmasıydı. fakat asıl homunculos bir aksülamelden doğmuştu. onun için daha anlayışıydı. kendisini yaratan tecrübe ona bütün pişmanlıklarını, etrafındaki imkansızlıkların şuurunu da geçirmişti. onun için galathe'nin arabasının tekerleklerine çarpıp küçük şişesini kırmayı, geniş ve şekilsiz eterde kaybolmayı biliyordu. fakat bu küçük idare kandilinde bu cesaret yoktu.
kendi kendine bir masal uydurmuştu; ona inanıyor, hayatın efendisi olmak istiyordu. onun için ölümün sofrası oluyordu. büyük nehirden ayrıldıktan sonra, ilk rastgeldiği çukuru dolduran bir su gibiydi. orada her türlü arızanın, başta kendisi olmak arzusunun kurbanı olacaktı. insanoğlunun ıstırabı kadar tabii ne vardı! şuurla var olmayı, gerçekten var olmayı ödüyordu. fakat insanoğlu bununla kalmıyor, bu büyük, değişmez zaruretin yanında kendi de yeni baştan talihler icat ediyordu. yaşıyorum diye başka ölümler yaratıyordu.
hakikatte bunlar hep o varlık vehminin çocuklarıydı. çünkü hakiki ölüm ıstırap değildi, kurtuluştu. hepsini hepsini bırakıyorum, sonsuzluğa karışıyorum. aklın bittiği yerde parlayan büyük incinin kendisi oldum; ondan bir zerre değil, kendisi. aklın serhaddinde hiçbir aydınlığın gölgelenmediği yerde kendi içinden aydınlık, pırıl pırıl tutuşan büyük su nergisiyim. fakat hayır, o bunu diyeceği yerde, -mademki düşünüyorum. o halde varım, mademki duyuyorum, o halde varım, mademki harp ediyorum, o halde varım, mademki ıstırap çekiyorum, o halde varım! sefilim varım, budalayım varım! varım, varım, diyordu.
insanlıktan ümit kesmedim fakat insana güvenmiyorum. bir kere bağları çözüldü mü o kadar değişiyor, o kadar kurulmuş makine oluyor ki.. bir de bakıyorsun ki, o sağır ve duygusuz tabiat kuvvetlerine benzemiş. harbin, ihtilalin korkunç tarafı, asırlarca gayretle, terbiye ile, kültürle yendik sandığımız bu kaba kudreti birdenbire başı boş bırakmasıdır.
ben insanı seviyorum. onun şartlarıyla dövüşme kudretini seviyorum. kaderini bile bile hayatı yüklenmesini, o cesareti seviyorum. hangimiz yıldızlı bir gecede kainatı bütün ağırlığıyla sırtımızda taşımayız? hiçbir şey insanoğlunun cesareti kadar güzel olamaz.
hayatında bir yığın hülyadan başka ne vardı; yarın sabah, sen de bir hayal olmayacak mısın?