d. h. lawrence
bütün kadınlar erkeklere verilmek için mi doğarlar? azdır yeniden doğan erkeği bekleyen kadınlar. çünkü lotus, güneşin bütün parlak sıcaklığına gene de cevap vermez. koyu, gizlenmiş başını karanlığın içine doğru kıvırır yalnız, kıpırdamaz. ta ki gecenin içinde, öldürülmüş, artık parlamaz olmuş o görünmez azrak güneşlerden biri, görünmez erguvanlar içinde yıldızlar arasından kalka, menekşe gibi, azrak erguvan ışınlarını gecenin içine sala. bunların etkisinde lotus, bir okşayışa cevap verir gibi kımıldar, suların içinden yükselir, eğik başını kaldırır, başka hiçbir çiçeğin bilmediği bir bolartı ile açılır, keskin mutluluk ışınlarını yayar, başka hiçbir çiçekte olmayan yumuşak, altın derinliklerini ölüp dirilmiş, gösterişsiz mor-kara güneşin sellerinin işlemesine sunar. ama antonius gibi, gösterişin kısa, altın, gündüz güneşleri, caesar gibi, gücün sert kış güneşleri karşısında, lotus canlanmaz, hiç canlanmayacaktır da. böyle güneşler, tomurcuğu yırtar ancak. ah, sen yeniden doğanı bekle, tomurcuğun canlanmasını bekle.
d.h. lawrence etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
d.h. lawrence etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
25.06.2021
1.08.2019
ölen adam
d.h. lawrence
bizler kısa günü daha büyük günün içine alıp küçük yaşamayı daha büyük yaşamanın döngüsü içine yerleştirmedikçe her şey, her şey bir yıkımdır.
söz, akşamüstleri insanı ısıran tatarcıktan başka bir şey değildir. sözler insana, tatarcıklar gibi eziyet eder, mezarına değin kovalarlar onu. ama mezardan öteye de gidemezler.
hiçbir şey bu kuduran garip dünyada yalnız kalmak, bu kudurmuşluk karşısında ayrı durmak kadar güzel değildir.
güneş onu okşamak için üzerine doğru eğildiği zaman bir kız güneşe açılmalıdır.
bizler kısa günü daha büyük günün içine alıp küçük yaşamayı daha büyük yaşamanın döngüsü içine yerleştirmedikçe her şey, her şey bir yıkımdır.
söz, akşamüstleri insanı ısıran tatarcıktan başka bir şey değildir. sözler insana, tatarcıklar gibi eziyet eder, mezarına değin kovalarlar onu. ama mezardan öteye de gidemezler.
hiçbir şey bu kuduran garip dünyada yalnız kalmak, bu kudurmuşluk karşısında ayrı durmak kadar güzel değildir.
güneş onu okşamak için üzerine doğru eğildiği zaman bir kız güneşe açılmalıdır.
geri çekiliş ilerlemeyi öldürür.
görkemden yuğrulu yazgılar vardır. bütün küçüklük, bayağılık, acı çekme kargışlılığımızın üstünde. görkemden yuğrulu yazgılar vardır; ama daha büyük bir güç de vardır.
dirimimle dirilişimin tohumunu ektim; bugünün seçilmiş kadını üzerine, dünyalar durdukça duracak değinişimi yerleştirdim; onun kokusunu, gülün yağı gibi etimde taşıyorum. varlığımın can alacak noktasında değer taşıyor bu kadın benim için. ama akıcı, altın yılan, ağacımın dibinde uyumak için yeniden çörekleniyor.
yakın olalım, uzak olalım; aramızdaki her şey iyidir. güneşler, mevsimleri erişince geri dönerler. ben de, bir daha geleceğim.
görkemden yuğrulu yazgılar vardır. bütün küçüklük, bayağılık, acı çekme kargışlılığımızın üstünde. görkemden yuğrulu yazgılar vardır; ama daha büyük bir güç de vardır.
dirimimle dirilişimin tohumunu ektim; bugünün seçilmiş kadını üzerine, dünyalar durdukça duracak değinişimi yerleştirdim; onun kokusunu, gülün yağı gibi etimde taşıyorum. varlığımın can alacak noktasında değer taşıyor bu kadın benim için. ama akıcı, altın yılan, ağacımın dibinde uyumak için yeniden çörekleniyor.
yakın olalım, uzak olalım; aramızdaki her şey iyidir. güneşler, mevsimleri erişince geri dönerler. ben de, bir daha geleceğim.
12.07.2019
çağ
david herbert lawrence
çağımız ister istemez içler acısı bir çağ olduğundan, onu acıklı görmekten kaçınıyoruz. büyük yıkım gelip geçti, kalıntılar ortasındayız şimdi; küçücük yeni evler kurmaya, küçücük umutlar beslemeye başlıyoruz. oldukça güç bir iş bu: geleceğe uzanan düz bir yol yok; ama engellerin çevresinde dönüp duruyoruz ya da üzerlerinden atlıyoruz. yaşamamız gerek; yer gök yıkılmış olsa bile.
önemli olan, babamızın kim olduğu değil, alın yazısının bizi koyduğu yerdir. herhangi bir çocuğu al, yönetici sınıflar arasına bırak; büyüyünce bir yönetici olacaktır. öte yandan, kralların, düklerin çocuklarını sürüler arasına bırak; küçük ayaktakımı kişilerine, seri üretilmiş nesnelere dönüşecektir. çevrenin şaşılacak baskısıdır bu. öyleyse aşağı tabaka insanları apayrı bir ırktan değildir, soylu kişiler de başka bir kan taşımıyor. bütün bunlar romantik kuruntulardır. soylu tabakadan olmak, rastgele bir şeydir, alın yazısının bir cilvesidir. yığınlar ise, alın yazısının başka bir cilvesidir. birey pek önemli değildir. hangi yöne göre yetiştirildiğimiz, uyandırıldığımızdır önemli olan. aşağı tabaka insanını şimdiki durumuna getiren şey, bütün o sürülerin etkisidir.
çağımız ister istemez içler acısı bir çağ olduğundan, onu acıklı görmekten kaçınıyoruz. büyük yıkım gelip geçti, kalıntılar ortasındayız şimdi; küçücük yeni evler kurmaya, küçücük umutlar beslemeye başlıyoruz. oldukça güç bir iş bu: geleceğe uzanan düz bir yol yok; ama engellerin çevresinde dönüp duruyoruz ya da üzerlerinden atlıyoruz. yaşamamız gerek; yer gök yıkılmış olsa bile.
önemli olan, babamızın kim olduğu değil, alın yazısının bizi koyduğu yerdir. herhangi bir çocuğu al, yönetici sınıflar arasına bırak; büyüyünce bir yönetici olacaktır. öte yandan, kralların, düklerin çocuklarını sürüler arasına bırak; küçük ayaktakımı kişilerine, seri üretilmiş nesnelere dönüşecektir. çevrenin şaşılacak baskısıdır bu. öyleyse aşağı tabaka insanları apayrı bir ırktan değildir, soylu kişiler de başka bir kan taşımıyor. bütün bunlar romantik kuruntulardır. soylu tabakadan olmak, rastgele bir şeydir, alın yazısının bir cilvesidir. yığınlar ise, alın yazısının başka bir cilvesidir. birey pek önemli değildir. hangi yöne göre yetiştirildiğimiz, uyandırıldığımızdır önemli olan. aşağı tabaka insanını şimdiki durumuna getiren şey, bütün o sürülerin etkisidir.
5.11.2016
gece mavisi
salah birsel
"hayat, ancak ruh ile vücut arasında bir uyum varsa, ikisi arasında doğal bir denge kurulmuşsa ve her biri öteki hakkında tabii bir saygı besliyorsa tahammül edilebilen bir şeydir." (d.h. lawrence)
anais nin: yaşamın ya da aşkın bir anını yeniden yaratmak kadar insana mutluluk veren bir şey yoktur.
d.h. lawrence: sessizliğe, dinlenmeye, yalnızlığa önem verin. bunlar insanın çalışmasına yol açan şeylerdir.
charles baudelaire: biçim zorlayıcı olduğu için düşünce daha şiddetle fışkırır. bir hava deliğinden veya iki baca arasından, bir kemerden görülenin, büyük bir panoramadan daha derin bir sonsuzluk fikrini verdiğini bilmem hiç fark ettiniz mi?
fahir onger: değerler alanında mücadeleye atılan yapıt, eleştirmenin durumunu tayin eder. eleştirmenin işi de sanıldığı gibi önceden belli, kurallaşmış maddelerle saptanamaz. eleştirmene görevini ihtar eden de sanat yapıtının değerler alanındaki durumudur.
d.h. lawrence: aşkta sevgiliyi kandırmak; ele geçirmek ve ona aşkını söylemekten daha ince bir iştir.
aristoteles: ruh yaşamın en büyük bir anlatımıdır.
d.h. lawrence: benim en büyük dinim kan ile bedenin akıldan daha akla dayandığına inanmaktır. aklımız yanılabilir ama bedenin duyduğu, inandığı, söylediği şeylerin hiçbirinde yanılma yoktur.
şiir esintinin değil; aklın, hesabın, iradenin verimidir.
her insanda sonsuzluğa ve tanrı'ya yönelme duygusu vardır; bu yüzden insan geçici ve göreli olan her şeye bir karşılık bulmaya çalışır. ama bulamaz; çünkü her şey rüzgar, her şey küldür.
"hayat, ancak ruh ile vücut arasında bir uyum varsa, ikisi arasında doğal bir denge kurulmuşsa ve her biri öteki hakkında tabii bir saygı besliyorsa tahammül edilebilen bir şeydir." (d.h. lawrence)
anais nin: yaşamın ya da aşkın bir anını yeniden yaratmak kadar insana mutluluk veren bir şey yoktur.
d.h. lawrence: sessizliğe, dinlenmeye, yalnızlığa önem verin. bunlar insanın çalışmasına yol açan şeylerdir.
charles baudelaire: biçim zorlayıcı olduğu için düşünce daha şiddetle fışkırır. bir hava deliğinden veya iki baca arasından, bir kemerden görülenin, büyük bir panoramadan daha derin bir sonsuzluk fikrini verdiğini bilmem hiç fark ettiniz mi?
fahir onger: değerler alanında mücadeleye atılan yapıt, eleştirmenin durumunu tayin eder. eleştirmenin işi de sanıldığı gibi önceden belli, kurallaşmış maddelerle saptanamaz. eleştirmene görevini ihtar eden de sanat yapıtının değerler alanındaki durumudur.
d.h. lawrence: aşkta sevgiliyi kandırmak; ele geçirmek ve ona aşkını söylemekten daha ince bir iştir.
aristoteles: ruh yaşamın en büyük bir anlatımıdır.
d.h. lawrence: benim en büyük dinim kan ile bedenin akıldan daha akla dayandığına inanmaktır. aklımız yanılabilir ama bedenin duyduğu, inandığı, söylediği şeylerin hiçbirinde yanılma yoktur.
şiir esintinin değil; aklın, hesabın, iradenin verimidir.
her insanda sonsuzluğa ve tanrı'ya yönelme duygusu vardır; bu yüzden insan geçici ve göreli olan her şeye bir karşılık bulmaya çalışır. ama bulamaz; çünkü her şey rüzgar, her şey küldür.
Kategori:
.kitap,
anais nin,
aristoteles,
charles baudelaire,
d.h. lawrence,
fahir onger,
salah birsel
27.11.2015
kayıp kız
d.h. lawrence
mutlak bilgelik diye bir şey yoktur. bilgelik yalnız geçmiş için geçerlidir. gelecek her zaman bitimsiz bir yanılmalar alanıdır. önceden bilemezsiniz.
kadınlar hatalarına sahip çıkamazlar.
insan ruhu, kendi esrarlı besinini ister. onu bulamayınca hiçbir şey yolunda değildir.
kendinden çok emin olan insanlar çok yanılırlar.
olağan insanların alınyazıları da olağan olur. olağanüstü insanların olağanüstü alınyazıları vardır. ya da hiç alınyazıları yoktur. herkesi aynı duruma sokan modern sistem olağanüstü insanlara uymaz. ya öldürür onları ya da kullanmadan bir yana fırlatıp atar.
"zor olan başlamaktır."
erkekler, başarısızlığın acı otunun, kendini önemseme özsuyunu emebilirler. genellikle en başarısız erkekler en çok kendini beğenmiş olanlardır.
bütün çiçeklerin içinde leylak en gizemli ve eşi bulunmayanıdır.
kendinizi kaç yaşında hissediyorsanız yaşınız odur.
erkekleri iyice tanıyıncaya kadar neler yapabileceklerini bilmezsiniz. sonra da artık hiçbir şeye; ama hiçbir şeye şaşmazsınız.
mutlak bilgelik diye bir şey yoktur. bilgelik yalnız geçmiş için geçerlidir. gelecek her zaman bitimsiz bir yanılmalar alanıdır. önceden bilemezsiniz.
kadınlar hatalarına sahip çıkamazlar.
insan ruhu, kendi esrarlı besinini ister. onu bulamayınca hiçbir şey yolunda değildir.
kendinden çok emin olan insanlar çok yanılırlar.
olağan insanların alınyazıları da olağan olur. olağanüstü insanların olağanüstü alınyazıları vardır. ya da hiç alınyazıları yoktur. herkesi aynı duruma sokan modern sistem olağanüstü insanlara uymaz. ya öldürür onları ya da kullanmadan bir yana fırlatıp atar.
"zor olan başlamaktır."
erkekler, başarısızlığın acı otunun, kendini önemseme özsuyunu emebilirler. genellikle en başarısız erkekler en çok kendini beğenmiş olanlardır.
bütün çiçeklerin içinde leylak en gizemli ve eşi bulunmayanıdır.
kendinizi kaç yaşında hissediyorsanız yaşınız odur.
erkekleri iyice tanıyıncaya kadar neler yapabileceklerini bilmezsiniz. sonra da artık hiçbir şeye; ama hiçbir şeye şaşmazsınız.
1.04.2015
sürü
david herbert lawrence
sürülerin katlanamayacakları tek şey, insanın cinsel davranışlarında açık, dürüst oluşudur. kötü yolu tutmanıza hiçbiri ses çıkarmaz. gerçekte cinsel kötülüklere kapılan bir insansanız, size karşı sevgileri artar. ama cinsel tutumunuza kötülük karıştırmamakta direnirseniz, binerler tepenize. yeryüzünde kalmış olan tek çılgınca tabudur bu: doğal, diri bir cinsel davranış. böyle bir şeyi hiçbiri gerçekleştiremez, sizin gerçekleştirmenizi de gözleri götürmez. köpekler gibi ardına düşer parçalarlar o adamı.
sürüler her zaman aynıydı, her zaman da aynı kalacak. neron'un köleleriyle bizim madenciler ya da ford'un otomobil işçileri arasında çok ama çok küçük bir ayrım vardır. neron'un maden köleleriyle, tarla köleleri. böyledir sürüler, değişmez bir nitelik taşırlar. sürüler arasından bir birey yükselebilir belki. ama bu tek kişinin yükselişi sürüleri değiştirmez. sürüler, değiştirilemez niteliktedir. çağdaş toplumsal bilimin en önemli gerçeklerinden biridir bu. yalnız, günümüzde eğitim, bir sirkin kötü bir örneğidir. günümüzde yanlış olan şey, sirkleri eğitim programına sokarak, eğitimi iyice yüzümüze gözümüze bulaştırmamız, sürülerimizi kıt eğitimle zehirlememizdir.
sürülerin katlanamayacakları tek şey, insanın cinsel davranışlarında açık, dürüst oluşudur. kötü yolu tutmanıza hiçbiri ses çıkarmaz. gerçekte cinsel kötülüklere kapılan bir insansanız, size karşı sevgileri artar. ama cinsel tutumunuza kötülük karıştırmamakta direnirseniz, binerler tepenize. yeryüzünde kalmış olan tek çılgınca tabudur bu: doğal, diri bir cinsel davranış. böyle bir şeyi hiçbiri gerçekleştiremez, sizin gerçekleştirmenizi de gözleri götürmez. köpekler gibi ardına düşer parçalarlar o adamı.
sürüler her zaman aynıydı, her zaman da aynı kalacak. neron'un köleleriyle bizim madenciler ya da ford'un otomobil işçileri arasında çok ama çok küçük bir ayrım vardır. neron'un maden köleleriyle, tarla köleleri. böyledir sürüler, değişmez bir nitelik taşırlar. sürüler arasından bir birey yükselebilir belki. ama bu tek kişinin yükselişi sürüleri değiştirmez. sürüler, değiştirilemez niteliktedir. çağdaş toplumsal bilimin en önemli gerçeklerinden biridir bu. yalnız, günümüzde eğitim, bir sirkin kötü bir örneğidir. günümüzde yanlış olan şey, sirkleri eğitim programına sokarak, eğitimi iyice yüzümüze gözümüze bulaştırmamız, sürülerimizi kıt eğitimle zehirlememizdir.
23.10.2014
inferno
ilhan berk
şiir sürgünlüktür.
dokunma bitimsiz, uçsuz bucaksız fırtınalı bir yolculuktur.
d.h. lawrence: insan bedeni utançla saklama yerine saygıyla yüceltilecek bir tapınaktır.
epikuros: et için hazların sınırı yoktur.
umberto eco: asıl gizem varoluş değildir, varolmayıştır. erotizm de aşk gibi gerçekleşmemektir. aşkın kendisi gibi de olanaksızlıklar yuvasıdır.
fernando pessoa: asıl çöl "ben"dir.
andre breton: erotizm insana yaraşan tek sanattır.
sigmund freud: düş, bir isteğin gerçekleşmesidir.
andre breton: şiir usun bir bozgunluğu olmalıdır.
anlam, bir bakıma güzelliğin yaratılmasından başka bir şey değildir. bir şiir, bir köğük güzelse anlamlıdır.
stendhal: benim işim yaşamak değil yazmaktır.
t.s. eliot: büyük bir şiir bir başka büyük şiiri anımsatmadıkça büyük olamaz.
şiir gerisinde gizli bir tarih bırakır.
akılla yazılan şiir on para etmez.
jose ortega y gasset: günümüzde şiir, eğretilemelerin yüksek cebiridir.
jacques derrida: uzaklık kadının etkinliğinin ögesidir.
duvarcılar dünyanın en sessiz, en güzel insanlarıdır. taşlara benzerler; taşlar gibi yalın, sade, güzel. bir de şairlere. şairler gibi çilekeş, sabırlı; gene şairler gibi güzel işlerin adamıdırlar.
andre breton: şiir yatakta yapılır.
emmanuel levinas: en iyi karşılaşma biçimi gözlerin rengini bile fark etmemektir.
gustave flaubert: her olağan nesnede tansıklı öyküler gizlidir.
şiir dilin belini getirmektir.
"nasıl resim yapıyorsunuz?" sorusuna, "erkeklik organımla!" yanıtını verir renoir.
francis ponge: sessiz dünya bizim asıl dünyamızdır.
ludwig wittgenstein: ancak nesneler varsa dünyanın belirgin bir biçimi vardır.
gerçeklik tutunabileceğimiz tek daldır.
şiir sürgünlüktür.
dokunma bitimsiz, uçsuz bucaksız fırtınalı bir yolculuktur.
d.h. lawrence: insan bedeni utançla saklama yerine saygıyla yüceltilecek bir tapınaktır.
epikuros: et için hazların sınırı yoktur.
umberto eco: asıl gizem varoluş değildir, varolmayıştır. erotizm de aşk gibi gerçekleşmemektir. aşkın kendisi gibi de olanaksızlıklar yuvasıdır.
fernando pessoa: asıl çöl "ben"dir.
andre breton: erotizm insana yaraşan tek sanattır.
sigmund freud: düş, bir isteğin gerçekleşmesidir.
andre breton: şiir usun bir bozgunluğu olmalıdır.
anlam, bir bakıma güzelliğin yaratılmasından başka bir şey değildir. bir şiir, bir köğük güzelse anlamlıdır.
stendhal: benim işim yaşamak değil yazmaktır.
t.s. eliot: büyük bir şiir bir başka büyük şiiri anımsatmadıkça büyük olamaz.
şiir gerisinde gizli bir tarih bırakır.
akılla yazılan şiir on para etmez.
jose ortega y gasset: günümüzde şiir, eğretilemelerin yüksek cebiridir.
jacques derrida: uzaklık kadının etkinliğinin ögesidir.
duvarcılar dünyanın en sessiz, en güzel insanlarıdır. taşlara benzerler; taşlar gibi yalın, sade, güzel. bir de şairlere. şairler gibi çilekeş, sabırlı; gene şairler gibi güzel işlerin adamıdırlar.
andre breton: şiir yatakta yapılır.
emmanuel levinas: en iyi karşılaşma biçimi gözlerin rengini bile fark etmemektir.
gustave flaubert: her olağan nesnede tansıklı öyküler gizlidir.
şiir dilin belini getirmektir.
"nasıl resim yapıyorsunuz?" sorusuna, "erkeklik organımla!" yanıtını verir renoir.
francis ponge: sessiz dünya bizim asıl dünyamızdır.
ludwig wittgenstein: ancak nesneler varsa dünyanın belirgin bir biçimi vardır.
gerçeklik tutunabileceğimiz tek daldır.
18.08.2014
tantra
osho
d. h. lawrence, bilerek ya da bilmeyerek bir tantra ustasıydı. batı'da tamamen ayıplandı ve kitapları yasaklandı. konuşmalarına dayanarak açılmış bir sürü mahkeme davası vardı. çünkü, seks enerjisi tek enerjidir. seks enerjisini ayıplar ya da bastırırsanız evrene karşı gelmiş olursunuz. o zaman bu enerjinin daha üstün meyvelerini hiçbir zaman öğrenemeyeceksiniz. seks enerjisi bastırıldığında çirkinleşir, kısır döngü budur.
sevgi büyük kapıdır. tantra'da seks ayıplanacak bir şey değildir. tantra'da seks tohum, sevgi de onun çiçeğidir. tohumu ayıplıyorsan çiçeği de ayıplıyorsundur. seks, sevgi olabilir. seks hiçbir zaman sevgi olmazsa bozuk demektir. seksi değil, bozuk olduğu gerçeğini ayıpla. sevgi çiçek vermeli, seks sevgi olmalı. seks sevgi olmuyorsa, bu seksin suçu değil, senin suçundur.
12.08.2013
lady chatterley'in sevgilisi
d.h. lawrence
çağımız ister istemez içler acısı bir çağ olduğundan, onu acıklı görmekten kaçınıyoruz. büyük yıkım gelip geçti, kalıntılar ortasındayız şimdi, küçücük yeni evler kurmaya, küçücük umutlar beslemeye başlıyoruz. oldukça güç bir iş bu: geleceğe uzanan düz bir yol yok; ama engellerin çevresinde dönüp duruyoruz ya da üzerlerinden atlıyoruz. yaşamamız gerek; yer gök yıkılmış olsa bile.
gözün görmediği, kafanın kavramadığı şey, varolamaz.
dünyanın birçok olanaklarla dolu olduğu sanılır; ama en kişisel yaşantılarda bu olanaklar birkaç taneye indirgeniverir. denizlerde birçok iyi balık vardır.. belki.. ama en büyük sürülerin uskumru ya da ringa olduğu düşünülür. bu durumda siz kendiniz uskumru ya da ringa olmadıkça, denizde iyi balık bulmanız pek umulamaz.
ağacı yemişinden öğreneceksin.
gerçek bilgi, bilinç gövdesinin bütününden ortaya çıkan şeydir.
yaşam bir düş ya da bir çılgınlıktı her zaman, kuşatılmış çevresiyle.
duygusal ruh, gövdeyi öldürmeyen yaralayıcı bir vuruşla karşılaştığı zaman, gövde yavaş yavaş iyileştikçe ruh da iyileşir gibi oluyordu. ama yalnız görünüşteydi bu. insanın yeniden döndüğü alışkanlıklarının bir sonucuydu. yavaş yavaş ruhun almış olduğu yara kendini duyurmaya başlıyor, etteki bir çürük gibi, korkunç acısı zamanla gitgide derinleşiyor, bütün ruhu dolduruyordu. artık iyileştiğimizi, her şeyin gelip geçtiğini düşünmeye başladığımız an, bu yaranın dolaylı sonuçları en kötü bir biçimde patlak veriyordu.
hiçlik! yaşamın o kocaman hiçliğini benimsemek, yaşamanın tek amacı gibi gözüküyordu. sayısız girdi çıktının, önemli ufak tefek şeylerin alt alta sıralanışından ortaya çıkan koca toplum: hiçlik!
insan gövdesini unutabildiği ölçüde mutludur. gövdenizi sezinlemeye başladığınız an, hapı yutarsınız. uygarlık, iyi bir iş yapmak istiyorsa gövdelerimizi unutmamızı sağlamalıdır bence, o zaman kendiliğinden mutluca geçer günler.
toplum, çılgınlığından dolayı korkunçtu. uygarlaşmış toplum çılgındır. para ile sözde aşk, iki büyük hastalığıdır bu toplumun; özellikle de para, iyice ilerlemiş bir hastalıktır. ipe sapa gelmez çılgınlığı içinde birey, bu iki konuda gösterir kendini: para ile aşk.
insanlar coşkuları varmış gibi gözüküyorlar; ama gerçekte hiçbir şey duydukları yok.
sürüler her zaman aynıydı, her zaman da aynı kalacak. neron'un köleleriyle bizim madenciler ya da ford'un otomobil işçileri arasında çok ama çok küçük bir ayrım vardır. neron'un maden köleleriyle, tarla köleleri. böyledir sürüler, değişmez bir nitelik taşırlar. sürüler arasından bir birey yükselebilir belki. ama bu tek kişinin yükselişi sürüleri değiştirmez. sürüler, değiştirilemez niteliktedir. çağdaş toplumsal bilimin en önemli gerçeklerinden biridir bu. yalnız, günümüzde eğitim, bir sirkin kötü nir örneğidir. günümüzde yanlış olan şey, sirkleri eğitim programına sokarak, eğitimi iyice yüzümüze gözümüze bulaştırmamız, sürülerimizi kıt eğitimle zehirlememizdir.
sürüler, dünyanın başlangıcından beri hep yönetilmiştir, sonuna dek de yönetilecektir, yönetilmeleri gereklidir. kendi kendilerini yönetebileceklerini iler sürmek ikiyüzlülüğün, maskaralığın ta kendisidir.
önemli olan, babamızın kim olduğu değil, alınyazısının bizi koyduğu yerdir. herhangi bir çocuğu al, yönetici sınıflar arasına bırak, kendi yetişince bir yönetici olacaktır. öte yandan, kralların, düklerin çocuklarını sürüler arasına bırak, küçük ayaktakımı kişilerine, seri üretilmiş nesnelere dönüşecektir. çevrenin şaşılacak baskısıdır bu. öyleyse aşağı tabaka insanları apayrı bir ırktan değildir, soylu kişiler de başka bir kan taşımıyor. bütün bunlar romantik kuruntulardır. soylu tabakadan olmak, rastgele bir şeydir, alınyazısının bir cilvesidir. yığınlar ise, alınyazısının başka bir cilvesidir. birey pek önemli değildir. hangi yöne göre yetiştirildiğimiz, uyandırıldığımızdır önemli olan. aşağı tabaka insanını şimdiki durumuna getiren şey, bütün o sürülerin etkisidir.
kadınların büyük çoğunluğu böyledir: çoğu bir erkek ister, cinsel ilişkiyi istemez; ama ele geçirdiği kelepirin bir yönü olarak katlanır buna. daha eski moda olan kadınlar, bir hiç gibi yatıverir, işi oluruna bırakırlar. ama birleşmenin kendisi, hiçbir anlam taşımaz onlar için, tatsız bir şeydir. birçok erkek de böylelerinden hoşlanır. ben tiksinirim. ne var ki, kurnaz kadınlar, böyle değilmiş gibi görünmeyi başarırlar. tutkulu, ürpertili gibi görünürler. oysa hepsi palavradır. yapmacıktır. bir başka tür de vardır ki, doğal ilişkilerden başka her şeyden hoşlanır: her türlü duygudan, kucaklaşmadan, kendini yitirmeden. yerli yersiz istek uyandırır insanda, hiç ilgisiz bir anda boşalıverirsiniz. bir de katı tür vardır, ne yaparsanız yapın haz duyuramazsınız; sizden çok daha sonra, ancak canları istediği zaman haz duyarlar. etkinliği ellerinde tutmak isterler hep. bir başka tür de içerden ölü olanlardır, düpedüz ölü; bilirler böyle olduklarını. birtakımı da gerçekte haz duyamayacağınız anda boşaltıverir sizi, sonra uyluklarını kıvıra kıvıra kendi hazlarına ulaşmaya çabalarlar. bunların çoğu sevici türden kadınlardır. bu davranış, şaşılası bir şeydir. bana öyle geliyor ki, hemen hepsi de sevicidir kadınların.
her ayrılış, başka yerdeki bir buluşma demektir. her buluşma da yeni bir tutsaklıktır.
bir erkeğe karşı bütün gücünüzle direttiniz mi her şey bitiverir, bir erkeği seviyorsanız, belli bir noktada kesin kararlı olduğunu sezdiğiniz an boyun eğmeniz gerekir; haklı da olsanız, haksız da olsanız bu böyledir. yoksa aranızdaki birtakım şeyler kopuverir.
çoğu kadın hiç sevmez, sevmeye hiç başlamaz. sevmenin ne demek olduğunu bile bilmez. erkekler de öyle.
katlanamayacakları tek şey, insanın cinsel davranışlarında açık, dürüst oluşudur. kötü yolu tutmanıza hiçbiri ses çıkarmaz. gerçekte cinsel kötülüklere kapılan bir insansanız, size karşı sevgileri artar. ama cinsel tutumunuza kötülük karıştırmamakta direnirseniz, binerler tepenize. yeryüzünde kalmış olan tek çılgınca tabudur bu: doğal, diri bir cinsel davranış. böyle bir şeyi hiçbiri gerçekleştiremez, sizin gerçekleştirmenizi de gözleri götürmez. köpekler gibi ardına düşer parçalarlar o adamı.
belki de, başka biriyle gerçekten gönül gönüle, başbaşa olabilecek yetideki insanlardır evrende böyle yalnız görünenler. bunun dışındaki insanlarda bir sırnaşıklık vardır, sırnaşık sürülerin insanlarıdır onlar.
önemli olan candan sevgidir gerçekte, cinsel birleşmedir. cinsel değinme, gerçek olan tek değinmedir, bütün değinmelerin en yakınıdır. oysa biz bu değinmeden korkuyoruz. ancak yarım bilinçle, yarım yamalak yaşıyoruz. bize en çok gereken şey budur.
çağımız ister istemez içler acısı bir çağ olduğundan, onu acıklı görmekten kaçınıyoruz. büyük yıkım gelip geçti, kalıntılar ortasındayız şimdi, küçücük yeni evler kurmaya, küçücük umutlar beslemeye başlıyoruz. oldukça güç bir iş bu: geleceğe uzanan düz bir yol yok; ama engellerin çevresinde dönüp duruyoruz ya da üzerlerinden atlıyoruz. yaşamamız gerek; yer gök yıkılmış olsa bile.
gözün görmediği, kafanın kavramadığı şey, varolamaz.
dünyanın birçok olanaklarla dolu olduğu sanılır; ama en kişisel yaşantılarda bu olanaklar birkaç taneye indirgeniverir. denizlerde birçok iyi balık vardır.. belki.. ama en büyük sürülerin uskumru ya da ringa olduğu düşünülür. bu durumda siz kendiniz uskumru ya da ringa olmadıkça, denizde iyi balık bulmanız pek umulamaz.
ağacı yemişinden öğreneceksin.
gerçek bilgi, bilinç gövdesinin bütününden ortaya çıkan şeydir.
yaşam bir düş ya da bir çılgınlıktı her zaman, kuşatılmış çevresiyle.
duygusal ruh, gövdeyi öldürmeyen yaralayıcı bir vuruşla karşılaştığı zaman, gövde yavaş yavaş iyileştikçe ruh da iyileşir gibi oluyordu. ama yalnız görünüşteydi bu. insanın yeniden döndüğü alışkanlıklarının bir sonucuydu. yavaş yavaş ruhun almış olduğu yara kendini duyurmaya başlıyor, etteki bir çürük gibi, korkunç acısı zamanla gitgide derinleşiyor, bütün ruhu dolduruyordu. artık iyileştiğimizi, her şeyin gelip geçtiğini düşünmeye başladığımız an, bu yaranın dolaylı sonuçları en kötü bir biçimde patlak veriyordu.
hiçlik! yaşamın o kocaman hiçliğini benimsemek, yaşamanın tek amacı gibi gözüküyordu. sayısız girdi çıktının, önemli ufak tefek şeylerin alt alta sıralanışından ortaya çıkan koca toplum: hiçlik!
insan gövdesini unutabildiği ölçüde mutludur. gövdenizi sezinlemeye başladığınız an, hapı yutarsınız. uygarlık, iyi bir iş yapmak istiyorsa gövdelerimizi unutmamızı sağlamalıdır bence, o zaman kendiliğinden mutluca geçer günler.
toplum, çılgınlığından dolayı korkunçtu. uygarlaşmış toplum çılgındır. para ile sözde aşk, iki büyük hastalığıdır bu toplumun; özellikle de para, iyice ilerlemiş bir hastalıktır. ipe sapa gelmez çılgınlığı içinde birey, bu iki konuda gösterir kendini: para ile aşk.
insanlar coşkuları varmış gibi gözüküyorlar; ama gerçekte hiçbir şey duydukları yok.
sürüler her zaman aynıydı, her zaman da aynı kalacak. neron'un köleleriyle bizim madenciler ya da ford'un otomobil işçileri arasında çok ama çok küçük bir ayrım vardır. neron'un maden köleleriyle, tarla köleleri. böyledir sürüler, değişmez bir nitelik taşırlar. sürüler arasından bir birey yükselebilir belki. ama bu tek kişinin yükselişi sürüleri değiştirmez. sürüler, değiştirilemez niteliktedir. çağdaş toplumsal bilimin en önemli gerçeklerinden biridir bu. yalnız, günümüzde eğitim, bir sirkin kötü nir örneğidir. günümüzde yanlış olan şey, sirkleri eğitim programına sokarak, eğitimi iyice yüzümüze gözümüze bulaştırmamız, sürülerimizi kıt eğitimle zehirlememizdir.
sürüler, dünyanın başlangıcından beri hep yönetilmiştir, sonuna dek de yönetilecektir, yönetilmeleri gereklidir. kendi kendilerini yönetebileceklerini iler sürmek ikiyüzlülüğün, maskaralığın ta kendisidir.
önemli olan, babamızın kim olduğu değil, alınyazısının bizi koyduğu yerdir. herhangi bir çocuğu al, yönetici sınıflar arasına bırak, kendi yetişince bir yönetici olacaktır. öte yandan, kralların, düklerin çocuklarını sürüler arasına bırak, küçük ayaktakımı kişilerine, seri üretilmiş nesnelere dönüşecektir. çevrenin şaşılacak baskısıdır bu. öyleyse aşağı tabaka insanları apayrı bir ırktan değildir, soylu kişiler de başka bir kan taşımıyor. bütün bunlar romantik kuruntulardır. soylu tabakadan olmak, rastgele bir şeydir, alınyazısının bir cilvesidir. yığınlar ise, alınyazısının başka bir cilvesidir. birey pek önemli değildir. hangi yöne göre yetiştirildiğimiz, uyandırıldığımızdır önemli olan. aşağı tabaka insanını şimdiki durumuna getiren şey, bütün o sürülerin etkisidir.
kadınların büyük çoğunluğu böyledir: çoğu bir erkek ister, cinsel ilişkiyi istemez; ama ele geçirdiği kelepirin bir yönü olarak katlanır buna. daha eski moda olan kadınlar, bir hiç gibi yatıverir, işi oluruna bırakırlar. ama birleşmenin kendisi, hiçbir anlam taşımaz onlar için, tatsız bir şeydir. birçok erkek de böylelerinden hoşlanır. ben tiksinirim. ne var ki, kurnaz kadınlar, böyle değilmiş gibi görünmeyi başarırlar. tutkulu, ürpertili gibi görünürler. oysa hepsi palavradır. yapmacıktır. bir başka tür de vardır ki, doğal ilişkilerden başka her şeyden hoşlanır: her türlü duygudan, kucaklaşmadan, kendini yitirmeden. yerli yersiz istek uyandırır insanda, hiç ilgisiz bir anda boşalıverirsiniz. bir de katı tür vardır, ne yaparsanız yapın haz duyuramazsınız; sizden çok daha sonra, ancak canları istediği zaman haz duyarlar. etkinliği ellerinde tutmak isterler hep. bir başka tür de içerden ölü olanlardır, düpedüz ölü; bilirler böyle olduklarını. birtakımı da gerçekte haz duyamayacağınız anda boşaltıverir sizi, sonra uyluklarını kıvıra kıvıra kendi hazlarına ulaşmaya çabalarlar. bunların çoğu sevici türden kadınlardır. bu davranış, şaşılası bir şeydir. bana öyle geliyor ki, hemen hepsi de sevicidir kadınların.
her ayrılış, başka yerdeki bir buluşma demektir. her buluşma da yeni bir tutsaklıktır.
bir erkeğe karşı bütün gücünüzle direttiniz mi her şey bitiverir, bir erkeği seviyorsanız, belli bir noktada kesin kararlı olduğunu sezdiğiniz an boyun eğmeniz gerekir; haklı da olsanız, haksız da olsanız bu böyledir. yoksa aranızdaki birtakım şeyler kopuverir.
çoğu kadın hiç sevmez, sevmeye hiç başlamaz. sevmenin ne demek olduğunu bile bilmez. erkekler de öyle.
katlanamayacakları tek şey, insanın cinsel davranışlarında açık, dürüst oluşudur. kötü yolu tutmanıza hiçbiri ses çıkarmaz. gerçekte cinsel kötülüklere kapılan bir insansanız, size karşı sevgileri artar. ama cinsel tutumunuza kötülük karıştırmamakta direnirseniz, binerler tepenize. yeryüzünde kalmış olan tek çılgınca tabudur bu: doğal, diri bir cinsel davranış. böyle bir şeyi hiçbiri gerçekleştiremez, sizin gerçekleştirmenizi de gözleri götürmez. köpekler gibi ardına düşer parçalarlar o adamı.
belki de, başka biriyle gerçekten gönül gönüle, başbaşa olabilecek yetideki insanlardır evrende böyle yalnız görünenler. bunun dışındaki insanlarda bir sırnaşıklık vardır, sırnaşık sürülerin insanlarıdır onlar.
önemli olan candan sevgidir gerçekte, cinsel birleşmedir. cinsel değinme, gerçek olan tek değinmedir, bütün değinmelerin en yakınıdır. oysa biz bu değinmeden korkuyoruz. ancak yarım bilinçle, yarım yamalak yaşıyoruz. bize en çok gereken şey budur.
29.04.2013
uzun lafın kısası
albert camus: beş yaş insanın en olgun çağıdır; sonra çürüme başlar.
anton çehov: yaşam yolunda, aşk için, her günü çiçek koparır gibi koparırız.
d.h. lawrence: aşk, gerçek görüşümüzü geliştiren ve bize yazgıya karşı savaş konusunda güç veren birleştirici bir serüvendir.
fernando pessoa: hayat, hayatın dile getirilmesine engel olur. büyük bir aşk yaşasam asla anlatamazdım.
henry miller: kadınlar armağana bayılırlar; hele bu pahalı da olursa, görmeyin zevklerini!
jorge amado: on yıllık bitmez tükenmez konferanslar, bir günlük savaştan daha değerlidir ve daha ucuza mal olur.
latife tekin: parasızlar her istasyonda donarlar.
steven weinberg: din olsa da olmasa da iyi insanlar iyi işler, kötü insanlar da kötü işler yapabilirler. ama iyi insanlara kötü işler yaptırmak dinin işidir.
miguel de unamuno: rastlantı dünyanın gizli ritmidir, rastlantı şiirin ruhudur.
paul eluard: faşizm, tüm faşizmler vatanı, aileyi ve dini savunurlar. böylesine aşağılık bir davayı ülküselleştirmek konusunda ırkçı kuramlar onun yanı başında hazır bekliyor.
buket uzuner: erkek milleti aferin salağıdır.
saul bellow: insanların ölümden bahsetmeleri dünyanın en aptalca şeyi; neden söz ettikleri hakkında en küçük bir fikirleri yok. ölüm hakkında en temel şeyleri anlayabilenlerin sayısı on binde bir bile değil.
anton çehov: yaşam yolunda, aşk için, her günü çiçek koparır gibi koparırız.
d.h. lawrence: aşk, gerçek görüşümüzü geliştiren ve bize yazgıya karşı savaş konusunda güç veren birleştirici bir serüvendir.
fernando pessoa: hayat, hayatın dile getirilmesine engel olur. büyük bir aşk yaşasam asla anlatamazdım.
henry miller: kadınlar armağana bayılırlar; hele bu pahalı da olursa, görmeyin zevklerini!
jorge amado: on yıllık bitmez tükenmez konferanslar, bir günlük savaştan daha değerlidir ve daha ucuza mal olur.
latife tekin: parasızlar her istasyonda donarlar.
steven weinberg: din olsa da olmasa da iyi insanlar iyi işler, kötü insanlar da kötü işler yapabilirler. ama iyi insanlara kötü işler yaptırmak dinin işidir.
miguel de unamuno: rastlantı dünyanın gizli ritmidir, rastlantı şiirin ruhudur.
paul eluard: faşizm, tüm faşizmler vatanı, aileyi ve dini savunurlar. böylesine aşağılık bir davayı ülküselleştirmek konusunda ırkçı kuramlar onun yanı başında hazır bekliyor.
buket uzuner: erkek milleti aferin salağıdır.
saul bellow: insanların ölümden bahsetmeleri dünyanın en aptalca şeyi; neden söz ettikleri hakkında en küçük bir fikirleri yok. ölüm hakkında en temel şeyleri anlayabilenlerin sayısı on binde bir bile değil.
31.03.2013
uzun lafın kısası
mihail bakunin: en küçük, en zararsız devlet bile düşlerinde suçludur.
albert camus: çocuklara işkence yapılan bu dünyayı sevmeyi ölünceye kadar reddedeceğim.
anton çehov: doktorlarla avukatlar birbirlerinin tıpkısıdır. aralarında sadece bir tek fark var: avukatlar soyarlar; doktorlarsa hem soyar hem de öldürürler.
d.h. lawrence: çoğu kadın hiç sevmez, sevmeye hiç başlamaz. sevmenin ne demek olduğunu bile bilmez. erkekler de öyle.
buket uzuner: hayatta en büyük mucize, küçükken iyi bir öğretmene rastlamaktır.
fernando pessoa: kölelik bu hayatın yasasıdır. isyan etmenin de kaçmanın da mümkün olmadığı, kayıtsız şartsız boyun eğilen yasa budur. kimileri köle doğar, kimileri sonradan olur, kimileri ise köleleştirilir.
john fowles: çatıdan kopup kafana düşse bile gerçek umutsuzluğun ne olduğunu anlayamazsın.
latife tekin: zihnimizdeki ağırlıklarından kurtulup eşyalardan soğuyalım. bir tekine bile sahip olmak için istek duymaya değmez.
paul klee: umarım amacıma çok çabuk ulaşmam; çünkü amaca ulaşmak kadar eleştirel bir şey yoktur.
saul bellow: radyasyondan çok, birbirlerinin kalplerini kırmaktan ölüyor insanlar.
thomas jefferson: basılı herhangi bir eser hakkında ceza kovuşturması açılabileceğini düşünmek bile tüylerimi diken diken etmeye yetiyor.
henry miller: parasızım, çaresizim, umutsuzum. dünyanın en mutlu adamıyım.
albert camus: çocuklara işkence yapılan bu dünyayı sevmeyi ölünceye kadar reddedeceğim.
anton çehov: doktorlarla avukatlar birbirlerinin tıpkısıdır. aralarında sadece bir tek fark var: avukatlar soyarlar; doktorlarsa hem soyar hem de öldürürler.
d.h. lawrence: çoğu kadın hiç sevmez, sevmeye hiç başlamaz. sevmenin ne demek olduğunu bile bilmez. erkekler de öyle.
buket uzuner: hayatta en büyük mucize, küçükken iyi bir öğretmene rastlamaktır.
fernando pessoa: kölelik bu hayatın yasasıdır. isyan etmenin de kaçmanın da mümkün olmadığı, kayıtsız şartsız boyun eğilen yasa budur. kimileri köle doğar, kimileri sonradan olur, kimileri ise köleleştirilir.
john fowles: çatıdan kopup kafana düşse bile gerçek umutsuzluğun ne olduğunu anlayamazsın.
latife tekin: zihnimizdeki ağırlıklarından kurtulup eşyalardan soğuyalım. bir tekine bile sahip olmak için istek duymaya değmez.
paul klee: umarım amacıma çok çabuk ulaşmam; çünkü amaca ulaşmak kadar eleştirel bir şey yoktur.
saul bellow: radyasyondan çok, birbirlerinin kalplerini kırmaktan ölüyor insanlar.
thomas jefferson: basılı herhangi bir eser hakkında ceza kovuşturması açılabileceğini düşünmek bile tüylerimi diken diken etmeye yetiyor.
henry miller: parasızım, çaresizim, umutsuzum. dünyanın en mutlu adamıyım.
27.02.2013
uzun lafın kısası
fernando pessoa: unutuşun etten kıyafetler giymiş figüranlarından başka bir şey değiliz.
buket uzuner: her yetenekli, yaratıcı, her zeki ve hırslı insanın içinde mutlaka bir salieri yaşamaktadır.
herman melville: güzellik tanrı inancı gibidir; ondan ne kaçabilirsin ne de anlayabilirsin onu.
john fowles: faşistler seksten nefret eder ve asla kendilerine gülmeyi başaramazlar.
thomas jefferson: siyasetçileri zapturapt altına almak için onları anayasaya zincirlemek gerekir.
mihail bakunin: fırtına ve yaşam, işte bize gereken budur; yasasız, dolayısıyla özgür bir yeni dünya.
antoni casas ros: insan bedeninde geyiğin asaletini arayın. bulmak imkansız!
soti triantafyllou: kadınlar devrimci erkek istemezler. bankalar tarafından hürmet gören, akşam yemeği için evlerine vaktinde dönen sakin adamlar isterler.
mithat cemal kuntay: bazen biriyle yarım saat konuşmak yarım asırlık refahtır.
seneca: asıl bilgelik, gerçekliği ne zaman kendi isteklerimize göre şekillendirebileceğimizi, değiştirilemeyecek olanı ise ne zaman sükunetle kabulleneceğimizi bilmektir.
d.h. lawrence: insan bedeni utançla saklama yerine saygıyla yüceltilecek bir tapınaktır.
simone de beauvoir: değişik nedenlerden dolayı insanlığın, duygu ve düşüncelerini anlatmasına olanak bırakmayan sorunlarla karşı karşıya kalacağı bir çağ başlıyor.
buket uzuner: her yetenekli, yaratıcı, her zeki ve hırslı insanın içinde mutlaka bir salieri yaşamaktadır.
herman melville: güzellik tanrı inancı gibidir; ondan ne kaçabilirsin ne de anlayabilirsin onu.
john fowles: faşistler seksten nefret eder ve asla kendilerine gülmeyi başaramazlar.
thomas jefferson: siyasetçileri zapturapt altına almak için onları anayasaya zincirlemek gerekir.
mihail bakunin: fırtına ve yaşam, işte bize gereken budur; yasasız, dolayısıyla özgür bir yeni dünya.
antoni casas ros: insan bedeninde geyiğin asaletini arayın. bulmak imkansız!
soti triantafyllou: kadınlar devrimci erkek istemezler. bankalar tarafından hürmet gören, akşam yemeği için evlerine vaktinde dönen sakin adamlar isterler.
mithat cemal kuntay: bazen biriyle yarım saat konuşmak yarım asırlık refahtır.
seneca: asıl bilgelik, gerçekliği ne zaman kendi isteklerimize göre şekillendirebileceğimizi, değiştirilemeyecek olanı ise ne zaman sükunetle kabulleneceğimizi bilmektir.
d.h. lawrence: insan bedeni utançla saklama yerine saygıyla yüceltilecek bir tapınaktır.
simone de beauvoir: değişik nedenlerden dolayı insanlığın, duygu ve düşüncelerini anlatmasına olanak bırakmayan sorunlarla karşı karşıya kalacağı bir çağ başlıyor.
22.03.2012
uçuş korkusu
erica jong
rüyada görülen at babanın simgesidir. fırın da anne simgesi. rüyada görülen bok yığını da psikanalistin ta kendisidir aslında. bunun adına da transferans denir.
insan evlendiği erkeği ne kadar severse sevsin, gün gelir, kocasıyla yatmak eritme peynir yemekten fazla bir tat vermez olur. doyurucu; hatta şişmanlatıcıdır; gelgelelim ağzınızı sulandırmaz, yavandır. oysa özlemi çekilen şey, tam kıvamında bir rokfor, az bulunan yumuşacık, yağlı bir keçi peyniridir çokluk.
zeka bölümünüz ister 70 olsun, ister 170, beyniniz yıkanmıştır. davranışlarınız, konuşmanız bir liseli olmadığınızı gösterse bile, bu fark yüzeyde kalır. içten içe, en akıllı kızlar bile, tutkulu bir aşık, insanın soluğunu kesecek bir erkek özlemi, sabun köpükleri, ipekliler, satenler -ve tabi- bol para düşleri içinde yaşarlar.
freud'a bakılırsa, kadın için en önemli olan şey, erkeğin cinsel organının gücüyle boyutlarıdır. büyüklük önemlidir onun kanısına göre. erkeklerin bu hastalıklı saplantısını kadınlara mal etmiştir nedense.
avusturyalı kancık hala söyleniyordu:
- çok üzgünüm; fakat ne yazık ki basını içeri almama izin vermiyorlar.
- yani, siz de emir kulusunuz.
- elbette, bana söyleneni yerine getirmek zorundayım.
- yaa, eichmann da öyle demişti.
- ne dediniz?
birini kandırmak için konuşmaya başladım mı uydurduğum martavallara önce kendim inanırım. sadece kendim inanırım desem de olacak galiba. dolandırıcılık etmeye kalksam hapı yuttum.
mantık, aşk geçip gittikten sonra çalışır.
herkesin düşleri vardır. normal insanlar, düşlerin düş olduğunu bilir. yalnız psikopatlar düşleri gerçekleştirmeye kalkışır.
cinsellik insanın kafasında olan bir şeydir. nabız sayısıyla, salgı bezlerinin çalışmasıyla ilgisi yoktur. o yüzden de cinsiyet konusunda bilgi veren bütün kitapçıklar para tuzağından başka bir şey değildir. insana kafasıyla değil, sadece kalçasıyla sevişmeyi öğretebilir.
dünyadaki insanların yüzde doksan dokuzunun hayaletlerle seviştiğine kalıbımı basarım.
bir gün çocuk yapacak olursam hiç değilse birden fazla doğurmamak akıllılığını göstereceğim. tek çocuğun mutsuz çocuk olduğunu söyleyenler sadece psikologlardır. küçükken bütün istediğim kardeşlerim olmamasıydı.
insanın kendisini üstün görmesi aşağılığının, olağanüstü görmesi en sıradan bir yaratık olduğunun belirtisidir bence.
çıplak grek heykellerine incir yaprağından örtü örten kraliçe viktorya çağı..
insanların çoğu kahramanlık peşinde değildir. dürüstlüğe de pek aldırış etmezler. bunun doğru bir tutum, övünülecek bir tutum olduğunu ileri sürmüyorum. ben de insanların çoğunluğuna benzerim diyorum, o kadar.
üstün insanlar evlilik konusunda, kocaya sadık kalmak konusunda böyle uzun boylu kafa yormaz diye düşündüm. yapılacak iş gönlünün dilediğince yaşamak ve bundan ötürü pişmanlık, suçluluk duygularına kapılmaktan kaçınmaktır. benim suçluluk duygularım adi bir kentsoylu olduğumu gösterir sadece. düşün, taşın, evir çevir, sonunda da sıradan bir insan olduğun kanısına var!
dans etmek sevişmek gibidir. dışarıdan bakan nasıl bulur diye düşünmeyeceksin; içinden geleni yap.
ah, siz erkekler. fareden farkınız yok. bir delik gördünüz mü hemen dalarsınız.
jerzy kosinski: belleğimizde kalan izlenimler kesin gerçekler değildir. herkes hatırladıklarını küçük, bilinçsiz yalanlar, kişiye özgü senaryolarla süsler. yaşantımız bunlarla açıklık kazanır, bunlarla belirlenir. hatırlanan olay, artık kesin bir gerçek değil, belli duygulara uydurulmuş bir yapıdır. ve bu yapılar olmasa, yaşantının aşırı kişiselliğinden ötürü, ne sanatçı eser verebilir, ne halk o eserden anlam çıkarabilir.
sessizlik, öldürücü aletlerin en korkuncudur bence. insanı yerin dibine batırır, suçluluğunun derinliklerine iter boyuna. kafasının içinde, "sen suçlusun" diye bağıran sesleri büsbütün güçlendirir.
ölüm birçok şeyin başlangıcı olabilir bazen.
yazarken büyük bir zeka gösterenler konuşurken geri zekalı oluveriyordu. karamsar şiirlerle ün yapan ozanlar sıcakkanlı, güler yüzlü kimselerdi çokluk. eserlerinde en büyük inceliği gösteren yazarlar kaba saba insanlardı. yazılarında insancıl ve açıkyürekli görünenler de kıskanç ve pinti..
alexandre dumas: evlilik boyunduruğu öyle ağırdır ki en az iki -bazen de üç- kişi gerekir bu yükü taşımak için.
insan kurallara böylesine sıkı sıkıya bağlı kalırsa her düşünce sistemi bir deli gömleği haline gelir. sistemleşmeye inanmıyorum ben. insani olan her şey kusurlu, her şey gülünçtür son hesaplaşmada. neye inanıyorum peki? gülebilmek gerektiğine. düşünce sistemleriyle de, insanlarla da, hatta insanın kendisiyle bile alay edebilmesi gerektiğine inanıyorum. yaşamımızı çok yanlı görmek istiyorum: değişken, gülünç, acıklı, bazen de inanılmaz bir güzellikte. meyveli kek gibi olmalı insanın yaşantısı: içinde tatlı üzümler de bulunmalı, çürük fındıklar da. istekle yenmeli. üzümlerin arasında mide bozucu fındıklar bulunduğu bilinse bile oburca yenmeli.
her şeyden suçluluk duyuyorum. kadına suçluluk duygusu aşılayabildiğin sürece dayak atmanın hiç gereği yoktur. kadın erkek savaşının ilk kuralıdır bu bence. her kadın kendisinin baş düşmanıdır. en iyi işkence aracı da suçluluk duygusu.
insan istese de, istemese de, hep çocukluğunu yineler.
herhangi bir dahinin doğduğu, öldüğü, yaşadığı, çalıştığı, yiyip içip çiftleştiği herhangi bir yer kutsaldır benim için. delphi ya da parthenon tapınağı kadar kutsal. hatta daha da kutsal. çünkü günlük yaşamda karşılaştığımız mucizeler tapınaklarda görülenlerden çok daha ilginçtir. beethoven'ın külüstür bir evde yaşarken ölmez eserler verebilmesi.. gerçek mucize odur bence. beethoven'ın her gün kullandığı pespaye eşyalara hayranlıkla bakmıştım. ne kadar pespaye olursa benim için o kadar iyiydi: kararmış bir tuzluk, ucuza alınmış bir saat, yıpranmış bir hesap defteri. günlük yaşamında böylesine sıradan bir insan olması içimi rahatlatmış, bana umut vermişti.
buluğ çağını, halil cibran'la hermann hesse'yi arkada bıraktıktan sonra tutarlılık peşinde koşmak gereksizdir. ne yazık ki çoğumuz bunu anlayamadık. yaşamımızdaki tutarsızlıkları gideremediğimiz için bütün düzenimizi altüst etmeye kalkışırız bazen.
dahilerin çoğu insanları iyi yargılayamazlar zaten. rüyaların simgelerini açıklayabilen freud her dolandırıcıya yem olabilirmiş. psikanaliz kavramını ortaya atar, sonra da kendisini en kolayca kazıklayacak insanlara güvenirmiş. çenesini tutmasını da bilmezmiş üstelik. kendisine, kimseye açıklanmaması şartıyla anlatılan şeyleri, başkalarına söylermiş çok zaman.
sanatçılar genellikle güçsüz, bağımsızlıktan hoşlanan, çocuksu, az gelişmiş, mazoşist, narsist, insan değerlendirmek yeteneğinden yoksun, ödip kompleksleri içinde bocalayan yaratıklardır. çocukluk dönemlerinde çok duygusaldırlar; normal çocuklardan çok daha fazla korunma ve sevilme isteği gösterirler. anne bu istekleri karşılamak için elinden geleni yapsa bile, geleceğin sanatçısını asla (asla!) hoşnut edemez. erişkin sanatçı artık yapıtlarında canlandıracaktır o ideal anneyi. ideal anne bazen canavar görünümünde de çıkar karşımıza. annenin yüceltilmesi, kötülenmesiyle aynı anlamı taşır: sanatçı geçmişin etkisinden kendini kurtaramamıştır.
sanatçının ün peşinde koşması da çocukluğunda eksikliğini duyduğu sevgiyi araması demektir. ancak ün kazanmak da sorunu çözümlemeyecektir. çünkü halkın sevgisi hiçbir zaman anne sevgisinin yerini tutamaz. ünlü sanatçılar da düş kırıklığı içinde yaşar bu yüzden. sanatçıların çoğu içkiye, esrara, homoseksüel ve heteroseksüel ilişkilerde aşırılığa, bazen de din tutkusuna kapılacaktır bu yüzden. gelgelelim bu kaçışlar da sonuç vermez. en son olarak intihar düşünülür. intihar meseleyi kökünden çözer bir bakıma.
insan ruhu çekilen acılardan oluşmuştur.
acısı dinerse ruh ölür.
sanatçılar çoğu zaman uygunsuz kişilere tutulur, bu kişileri yüceltmek eğiliminde olurlar. başkalarının gözünde sıradan bir insan sayılan sevgili, sanatçı için hem anne, hem baba, hem tanrı, hem esin perisidir. kusursuzluk örneğidir kısacası.
dante'yle beatrice. scott fitzgerald'la zelda. humbert ve lolita. simone de beauvoir'la sartre. yeats ve maud gonne. shakespeare ve kara leydi. ginsberg'le peter orlovsky. sylvia plath ve ölüm meleği. keats'le fanny brawne. d.h. lawrence'la frieda. eschenbach ve tadzio. lord byron ve üvey kardeşi augusta. schumann'la karısı clara. chopin ve george sand. borges ve annesi. adrian ve ben?
henry miller: hiç kimse gerçekleri dosdoğru açıklayamaz. kendi özgeçmişini yazan insan bile arada bir yalana sapar.
yaşamın belli bir düzeni, belli bir kurgusu yoktur. kelimelerle anlatılamaz her şey. dilin kendine özgü bir düzeni olduğundan, anlattıklarınız ister istemez o düzene uyar. oysa yaşam düzensizdir. ve kelimelerle anlatabileceğinizden çok daha ilginç. bu düzensizliğe, bu anarşiye saygı duyan yazarlar bile, olayları kağıda döktükleri zaman, her şeyi olduğundan daha düzenli bir biçimde anlatmış, gerçekleri tam yansıtamamışlardır. insanları da tam olarak betimleyemeyiz. çünkü yaşayan insan kitap kişisinden çok daha ilginçtir.
bütün olağanüstü insanlara deli damgası vurulmuştur. isa yeniden dünyaya gelecek olsa tımarhaneyi boylaması işten bile değildir.
bütün doğal afetler insana rahatlık verir sonunda. güçsüzlüğümüzü anlarız. ve ne tuhaftır ki güçsüzlüğün bilincine varmak yatıştırıcı bir etki yapar insanda.
insanlar ikiye ayrılır: düzenbazlar ve ahlaksızlar.
kısa bir süre sonra pia'dan ayrıldım. ben beyrut'a, randy'yi görmeye gittim. o ispanya'ya geçti. diyaframı olmadığından bütün yaz sapık ilişkilerle yetinmek zorunda kalmış. insana gülünç gelebilir; ama bu durumdan hiç de utanç duymamış. ne de olsa 1950 yılalrında yetişmiş, kızlığımızı bozdurmadan sevişmeye çoktan alışmıştık biz.
genç kızlık yıllarını, aynanın karşısına geçip geriye doğru eğilmeye, cinsel organını incelemeye çalışarak geçirir insan. birtakım kıvırcık tüylerle morumsu etlerden başka bir şey de göremez. en önemli bölgeler gözden uzaktır. keşfedilmemiş bir kanal, bir yeralrı mağarası.
lasciate ogni speranza: dante'nin ilahi komedisinde, cehennemin kapısında yazılı olan söz: giren, umudu kesmelidir. [ey bu kapıdan girenler! bırakınız her türlü ümidi.]
sallanan uçaklarda ateist kalmaz.
doğu'yla batı burada birleşmiş denebilir. ne var ki bu birleşmeden doğan şey kusursuz bir ortak yapım değil; sadece bir yozlaşma, bir çöküntü.
aşkım, çiçek açan bir buğday başağıdır
gözleri, iki sarı topaz gibi parıldar uzakta
beyrut'ta trafik kuralı yoktur, küfür vardır.
varoluşçuluğun aksayan yanını buldum. insan ne yaparsa yapsın geleceği düşünmeden edemiyor. her hareketimiz belli sonuçlar doğuruyor.
aşk istiyorsun, yakınlık istiyorsun, duyarlıklı insanlar istiyorsun, yaşamda yoğunluk istiyorsun.. sonunda nerede karar kılıyorsun? acı çekmekte! neyse ki acıların yoğun hiç değilse.. hasta, hastalığını seviyor. iyileşmek istemiyor aslında.
annemin evine dönsem çok ağır bir duygusal ücret ödemem gerekir. üstelik kardeşlerim de günahlarımın cezasını çektiğimi söyleyeceklerdir. arkadaşlarım, bana acır görünüp, gizliden gizliye alay edeceklerdir arkamdan: isadora'nın da burnu sürtüldü iyice!
yaşantı uzun bir hastalığa dönmüşse eğer, tek kurtuluş yolu ölümdür.
her şeyi aynı ilgisizlikle karşılarsan hiçbir şeyin anlamı kalmaz. seninki varoluşçuluk değil duygusuzluk.
edna o'brien: oy hakkını elde etmekte ne çıkar, diye düşünmüştüm. kadınların basbayağı silahlanması gerekir.
kendimi aldatmanın yararı yok. ben varoluşçuluktan falan anlamıyorum. olayları kağıt üstüne dökmedikçe yaşantımın gerçek olduğuna bile inanamam.
yitirecek bir şeyi kalmayan insan gerçekten özgürdür.
süperego denen nesne alkolde erir.
tek gerçek varoluşçu üzüm suyudur.
kimsenin çocuğu değilim artık. özgür bir kadınım. zincirlerimi kopardım. özgürlüğün böylesine korkunç olabileceğini hiç bilmezdim. derin bir uçurumdan aşağı düşen, yere varmadan uçmayı öğrenebileceğini uman bir insana benzettim kendimi.
mağara adamı çağında, erkeğin, bütün ömrünü avlanmak ve dövüşmekle, kadının da gebe kalmak, doğururken ölmek korkusuyla geçirdiği zamanlarda karıyı saçından sürüyüp götürmek gerekirmiş. erkek, yüzyıllarca kadının isteksizliğinden, soğukluğundan yakınmış, coşkulu kadın ararmış hep. atak kadın ararmış. eh, son yıllarda kadının ataklığı, coşkunluğu epey arttı. sonuç? gözükara kadının karşısında erkek pörsüyüp kaldı. onulmaz bir dert bu.
benim tutkumun büyüklüğü onunkini yok etti. ben üstüne düştükçe o kaçtı. her şey bu kadar basit mi peki? annemin yıllarca önce söylediğine mi geleceğiz? "erkekler kolay elde edilen kadınlara değer vermezler." deyip çıkacak mıyız işin içinden? gerçekten de bana en çok bağlanan erkekler en az önemsediklerimdi. peki ama, bunun ne tadı var? eros'la philos, kısa bir süre için de olsa, bir araya gelemezler mi hiç? bu istek ve ilgisizlik, yarar ve zarar çarkını durdurmanın yolu yok mu?
ağlamanın, belki de bebeklikten kalan, tuhaf bir özelliği var. yakınlarda bizi dinleyen (ya da dinleyeceğini umduğumuz) biri bulunmazsa, şöyle rahatça, höyküre höyküre ağlamak kolay değildir. tam bir umutsuzlukla gözyaşı dökmek, kendini kapıp koyvermek elden gelmez. gözyaşı selinde boğulacağımızdan, kimsenin gelip bizi kurtaramayacağından korkarız belki. belki de konuşma gibi, ağlamak da bir haberleşme aracıdır; dinleyici bulunmazsa anlamı kalmaz.
insanın kendi düşüncelerinden kurtulmasının hiç yolu yok mudur?
yirmi yaşında olsam isterdim. otuza gelince ülkü uğruna ölmeye yanaşmıyor insan. şiir uğruna ölmek de biraz saçma olur sanırım. genç yaşta can verdiği için keats'e hayrandım eskiden. şimdiyse ileri yaşta ölmenin daha büyük bir yiğitlik olduğunu düşünüyorum.
ilk adım yalnızlığa alışmaktır.
evrendeki tek büyük gerçek acı çekmektir.
kendi hayal gücümün çarmıhına gerilmişim. hayal gücüm, insanlığın geçmişi kadar korkulu.
keşke scarlett o'hara gibi sorunlarımın çözümlenmesini hep bir sonraki güne erteleyebilsem ben de.
doris lessing: bence, güç olan, zararlı olan, insanın istediğini elde edememesi değildir. isteklerini yerine getiremeyen insan belki acı çeker; ama eline geçenle yetinen zehirlenir. ikinci kaliteyi birinci kalite gibi görmektir en kötüsü. sevgi ararken yalnızlığı yeğ tutar gibi daha iyisini yapabileceğini bildiğin halde ortaya koyduğun eseri beğenir gibi görünmek.
bana eziyet edilse bile dayanmaya çalışır, insanlarla aramdaki bağı koparmaya yanaşmazdım çok zaman. herkese son bir fırsat tanımak isterdim. belki de korkaklıktan ileri geliyordu böyle davranmam. ilişkiye son vereceğime oturup kağıda döküyordum öfkemi.
büyük acı ve büyük haz anlarında, gövde sınırlarının yok olduğunu okumuştum psikolojik bir yazıda. o duyguyu iyi bilirim ben, panipe kapıldığım gecelerin belirgin bir özelliğidir. bacağım kırıldığı zaman da gövdemin sınırları silinip gitmişti. garip bir çelişki aslında: çok büyük haz ya da çok büyük acı duyan insan, bedeninden kopup gittiği izlenimine kapılıyor.
bir bakıma her şiir, insanın bedeninin sınırlarını genişletmek için giriştiği bir çabadır.
ikinci bir açıklaması da vardı bu gebelik korkusunun: kadın, ilkel kavimlerde olduğu gibi, gövdesindeki bütün delikleri bir tutarmış. yediklerinin, bağırsaklarında çoğalacağını, bedeninin ürün vereceğini sanırmış bilinçaltında.
bayan x. haftalardır 600 kalorilik bir rejim uyguladığı halde bir türlü zayıflayamıyormuş. doktoru, kadının kaçamak yaptığını düşünerek, yediği her şeyi bir yana not etmesini istemiş. bakmışlar ki kadın verilen rejime aykırı düşecek bir şey yemiyor. "her lokmanızı, içtiğiniz her yudumu burada belirttiğinizden emin misiniz?" demiş doktor. "yudum mu?" diye sormuş kadın. "elbette" demiş doktor sertçe. zavallı hasta şaşıp kalmış: "ay, onun da kalorisi mi varmış?"
insan kendi ruhuna sahip olmak istediğinden ötürü özür dilemek gereğini duymamalıdır. herkes kendine sadık kalmalıdır. kişiliğimizden başka neyimiz var bu dünyada? her şey bitip tükendiği anda kişiliğiyle baş başa kalır insan.
evliliğin tehlikesi hep bir ikili çılgınlık oluşu. kendi deliliğinin nerede bittiğini, eşinin çılgınlıklarının nerede başladığını kestiremez olur kişi. ya yeterinden az, ya yeterinden fazla suçlar kendini. üstelik bağımlılığı sevgiyle karıştırma eğilimini gösterir.
bir umutsuzluk anında kolayca kendini öldürebilir insan. acınacak kurban rolünü benimsemek kolaydır. güç olan sabretmeyi bilmektir. yaşama göğüs germek. eli kolu bağlı oturmak.
d.h. lawrence: kadınların en büyük yanlışı, kendilerini erkeğin gözüyle görmeleri, o görüntüye uyma çabasını sürdürmeleridir.
başka yazarların acı çekmesi ya avangard ya epik ya kozmik bir konudur. ben acı çekerken sadece komik oluyorum.
insan güç durumda kalınca her şeye uymayı öğrenir.
ne gülünç durumlara düşürür gövdemiz bizi!
sokağa varınca "şükür ki hava açık" diye düşündüm. eski putperestlerden olduğumdan bu küçük nimetler için tanrılara teşekkür etmek gerektiğini bilirim.
oturup bir sütlü kahveyle çörek söyledim. saat bire geliyordu. bir dinginlik, bir rahatlık çökmüştü üstüme. mutluluğumuz ne kadar küçük şeylere bağlıdır aslında: öğle tatili yapmayan bir eczane, çalınmayan bir bavul, bir fincan sütlü kahve. yaşamın tadına vardığımı sezdim birden.kahvenin enfes tadı, yüzüme vuran güneş, gözlenmeyi, beğenilmeyi umarcasına köşelerde dikilip duran insanlar. her şey kusursuz.
kimse kimseyi bütünleyemez. insan kendini bütünleyebilir ancak. onu yapacak gücü yoksa, sevgi arama çabasıyla kendini tüketir. tükenişin de aşk olduğuna inanmaya çalışır sonunda.
ne yazık ki her zaman öyle olur. ezilen yürek en hafif bir dokunuşta acıyla bağırırken, zamanla morarır, sararır, çürüyen yer belli bile olmaz, acısı kalmaz. unutulur. kalbi olduğunu bile unutur insan. bir sonraki sevgiye kadar. bu kez de "bu bambaşka bir aşk, bu hepsinden güçlü" diye düşünürüz. gerçek olan şudur ki eskiler unutulduğu için her sevgi bir öncekinden güçlü sanılır.
insan dilsiz karı alırsa aydın kişi olması çok kolaylaşır.
d.h. lawrence: yazarın öğretici bildirilerine değil, kaderin karanlık ormanlarında dolaşan roman kişilerinin seslenişine, boğuk iniltilerine kulak verin.
on dokuzuncu yüzyıl romanlarında barışılır. yirminci yüzyıl romanlarında boşanılır.
"yaşamın belli bir konusu yoktur." diye hikmet yumurtlamaktan hoşlanırdım eskiden. gerçekten de, yaşadığımız sürece hep değişebilir konu.
ne olursa olsun dayanabileceğimi biliyordum artık. hepsinden önemlisi, çalışmamı sürdüreceğim. yaşamak, durmaksızın yenilenmek demektir. kolay değildir; acı çekmeden yaşayamaz insan. acıdan kurtulmanın tek yolu ölümü seçmektir.
rüyada görülen at babanın simgesidir. fırın da anne simgesi. rüyada görülen bok yığını da psikanalistin ta kendisidir aslında. bunun adına da transferans denir.
insan evlendiği erkeği ne kadar severse sevsin, gün gelir, kocasıyla yatmak eritme peynir yemekten fazla bir tat vermez olur. doyurucu; hatta şişmanlatıcıdır; gelgelelim ağzınızı sulandırmaz, yavandır. oysa özlemi çekilen şey, tam kıvamında bir rokfor, az bulunan yumuşacık, yağlı bir keçi peyniridir çokluk.
zeka bölümünüz ister 70 olsun, ister 170, beyniniz yıkanmıştır. davranışlarınız, konuşmanız bir liseli olmadığınızı gösterse bile, bu fark yüzeyde kalır. içten içe, en akıllı kızlar bile, tutkulu bir aşık, insanın soluğunu kesecek bir erkek özlemi, sabun köpükleri, ipekliler, satenler -ve tabi- bol para düşleri içinde yaşarlar.
freud'a bakılırsa, kadın için en önemli olan şey, erkeğin cinsel organının gücüyle boyutlarıdır. büyüklük önemlidir onun kanısına göre. erkeklerin bu hastalıklı saplantısını kadınlara mal etmiştir nedense.
avusturyalı kancık hala söyleniyordu:
- çok üzgünüm; fakat ne yazık ki basını içeri almama izin vermiyorlar.
- yani, siz de emir kulusunuz.
- elbette, bana söyleneni yerine getirmek zorundayım.
- yaa, eichmann da öyle demişti.
- ne dediniz?
birini kandırmak için konuşmaya başladım mı uydurduğum martavallara önce kendim inanırım. sadece kendim inanırım desem de olacak galiba. dolandırıcılık etmeye kalksam hapı yuttum.
mantık, aşk geçip gittikten sonra çalışır.
herkesin düşleri vardır. normal insanlar, düşlerin düş olduğunu bilir. yalnız psikopatlar düşleri gerçekleştirmeye kalkışır.
cinsellik insanın kafasında olan bir şeydir. nabız sayısıyla, salgı bezlerinin çalışmasıyla ilgisi yoktur. o yüzden de cinsiyet konusunda bilgi veren bütün kitapçıklar para tuzağından başka bir şey değildir. insana kafasıyla değil, sadece kalçasıyla sevişmeyi öğretebilir.
dünyadaki insanların yüzde doksan dokuzunun hayaletlerle seviştiğine kalıbımı basarım.
bir gün çocuk yapacak olursam hiç değilse birden fazla doğurmamak akıllılığını göstereceğim. tek çocuğun mutsuz çocuk olduğunu söyleyenler sadece psikologlardır. küçükken bütün istediğim kardeşlerim olmamasıydı.
insanın kendisini üstün görmesi aşağılığının, olağanüstü görmesi en sıradan bir yaratık olduğunun belirtisidir bence.
çıplak grek heykellerine incir yaprağından örtü örten kraliçe viktorya çağı..
insanların çoğu kahramanlık peşinde değildir. dürüstlüğe de pek aldırış etmezler. bunun doğru bir tutum, övünülecek bir tutum olduğunu ileri sürmüyorum. ben de insanların çoğunluğuna benzerim diyorum, o kadar.
üstün insanlar evlilik konusunda, kocaya sadık kalmak konusunda böyle uzun boylu kafa yormaz diye düşündüm. yapılacak iş gönlünün dilediğince yaşamak ve bundan ötürü pişmanlık, suçluluk duygularına kapılmaktan kaçınmaktır. benim suçluluk duygularım adi bir kentsoylu olduğumu gösterir sadece. düşün, taşın, evir çevir, sonunda da sıradan bir insan olduğun kanısına var!
dans etmek sevişmek gibidir. dışarıdan bakan nasıl bulur diye düşünmeyeceksin; içinden geleni yap.
ah, siz erkekler. fareden farkınız yok. bir delik gördünüz mü hemen dalarsınız.
jerzy kosinski: belleğimizde kalan izlenimler kesin gerçekler değildir. herkes hatırladıklarını küçük, bilinçsiz yalanlar, kişiye özgü senaryolarla süsler. yaşantımız bunlarla açıklık kazanır, bunlarla belirlenir. hatırlanan olay, artık kesin bir gerçek değil, belli duygulara uydurulmuş bir yapıdır. ve bu yapılar olmasa, yaşantının aşırı kişiselliğinden ötürü, ne sanatçı eser verebilir, ne halk o eserden anlam çıkarabilir.
sessizlik, öldürücü aletlerin en korkuncudur bence. insanı yerin dibine batırır, suçluluğunun derinliklerine iter boyuna. kafasının içinde, "sen suçlusun" diye bağıran sesleri büsbütün güçlendirir.
ölüm birçok şeyin başlangıcı olabilir bazen.
yazarken büyük bir zeka gösterenler konuşurken geri zekalı oluveriyordu. karamsar şiirlerle ün yapan ozanlar sıcakkanlı, güler yüzlü kimselerdi çokluk. eserlerinde en büyük inceliği gösteren yazarlar kaba saba insanlardı. yazılarında insancıl ve açıkyürekli görünenler de kıskanç ve pinti..
alexandre dumas: evlilik boyunduruğu öyle ağırdır ki en az iki -bazen de üç- kişi gerekir bu yükü taşımak için.
insan kurallara böylesine sıkı sıkıya bağlı kalırsa her düşünce sistemi bir deli gömleği haline gelir. sistemleşmeye inanmıyorum ben. insani olan her şey kusurlu, her şey gülünçtür son hesaplaşmada. neye inanıyorum peki? gülebilmek gerektiğine. düşünce sistemleriyle de, insanlarla da, hatta insanın kendisiyle bile alay edebilmesi gerektiğine inanıyorum. yaşamımızı çok yanlı görmek istiyorum: değişken, gülünç, acıklı, bazen de inanılmaz bir güzellikte. meyveli kek gibi olmalı insanın yaşantısı: içinde tatlı üzümler de bulunmalı, çürük fındıklar da. istekle yenmeli. üzümlerin arasında mide bozucu fındıklar bulunduğu bilinse bile oburca yenmeli.
her şeyden suçluluk duyuyorum. kadına suçluluk duygusu aşılayabildiğin sürece dayak atmanın hiç gereği yoktur. kadın erkek savaşının ilk kuralıdır bu bence. her kadın kendisinin baş düşmanıdır. en iyi işkence aracı da suçluluk duygusu.
insan istese de, istemese de, hep çocukluğunu yineler.
herhangi bir dahinin doğduğu, öldüğü, yaşadığı, çalıştığı, yiyip içip çiftleştiği herhangi bir yer kutsaldır benim için. delphi ya da parthenon tapınağı kadar kutsal. hatta daha da kutsal. çünkü günlük yaşamda karşılaştığımız mucizeler tapınaklarda görülenlerden çok daha ilginçtir. beethoven'ın külüstür bir evde yaşarken ölmez eserler verebilmesi.. gerçek mucize odur bence. beethoven'ın her gün kullandığı pespaye eşyalara hayranlıkla bakmıştım. ne kadar pespaye olursa benim için o kadar iyiydi: kararmış bir tuzluk, ucuza alınmış bir saat, yıpranmış bir hesap defteri. günlük yaşamında böylesine sıradan bir insan olması içimi rahatlatmış, bana umut vermişti.
buluğ çağını, halil cibran'la hermann hesse'yi arkada bıraktıktan sonra tutarlılık peşinde koşmak gereksizdir. ne yazık ki çoğumuz bunu anlayamadık. yaşamımızdaki tutarsızlıkları gideremediğimiz için bütün düzenimizi altüst etmeye kalkışırız bazen.
dahilerin çoğu insanları iyi yargılayamazlar zaten. rüyaların simgelerini açıklayabilen freud her dolandırıcıya yem olabilirmiş. psikanaliz kavramını ortaya atar, sonra da kendisini en kolayca kazıklayacak insanlara güvenirmiş. çenesini tutmasını da bilmezmiş üstelik. kendisine, kimseye açıklanmaması şartıyla anlatılan şeyleri, başkalarına söylermiş çok zaman.
sanatçılar genellikle güçsüz, bağımsızlıktan hoşlanan, çocuksu, az gelişmiş, mazoşist, narsist, insan değerlendirmek yeteneğinden yoksun, ödip kompleksleri içinde bocalayan yaratıklardır. çocukluk dönemlerinde çok duygusaldırlar; normal çocuklardan çok daha fazla korunma ve sevilme isteği gösterirler. anne bu istekleri karşılamak için elinden geleni yapsa bile, geleceğin sanatçısını asla (asla!) hoşnut edemez. erişkin sanatçı artık yapıtlarında canlandıracaktır o ideal anneyi. ideal anne bazen canavar görünümünde de çıkar karşımıza. annenin yüceltilmesi, kötülenmesiyle aynı anlamı taşır: sanatçı geçmişin etkisinden kendini kurtaramamıştır.
sanatçının ün peşinde koşması da çocukluğunda eksikliğini duyduğu sevgiyi araması demektir. ancak ün kazanmak da sorunu çözümlemeyecektir. çünkü halkın sevgisi hiçbir zaman anne sevgisinin yerini tutamaz. ünlü sanatçılar da düş kırıklığı içinde yaşar bu yüzden. sanatçıların çoğu içkiye, esrara, homoseksüel ve heteroseksüel ilişkilerde aşırılığa, bazen de din tutkusuna kapılacaktır bu yüzden. gelgelelim bu kaçışlar da sonuç vermez. en son olarak intihar düşünülür. intihar meseleyi kökünden çözer bir bakıma.
insan ruhu çekilen acılardan oluşmuştur.
acısı dinerse ruh ölür.
sanatçılar çoğu zaman uygunsuz kişilere tutulur, bu kişileri yüceltmek eğiliminde olurlar. başkalarının gözünde sıradan bir insan sayılan sevgili, sanatçı için hem anne, hem baba, hem tanrı, hem esin perisidir. kusursuzluk örneğidir kısacası.
dante'yle beatrice. scott fitzgerald'la zelda. humbert ve lolita. simone de beauvoir'la sartre. yeats ve maud gonne. shakespeare ve kara leydi. ginsberg'le peter orlovsky. sylvia plath ve ölüm meleği. keats'le fanny brawne. d.h. lawrence'la frieda. eschenbach ve tadzio. lord byron ve üvey kardeşi augusta. schumann'la karısı clara. chopin ve george sand. borges ve annesi. adrian ve ben?
henry miller: hiç kimse gerçekleri dosdoğru açıklayamaz. kendi özgeçmişini yazan insan bile arada bir yalana sapar.
yaşamın belli bir düzeni, belli bir kurgusu yoktur. kelimelerle anlatılamaz her şey. dilin kendine özgü bir düzeni olduğundan, anlattıklarınız ister istemez o düzene uyar. oysa yaşam düzensizdir. ve kelimelerle anlatabileceğinizden çok daha ilginç. bu düzensizliğe, bu anarşiye saygı duyan yazarlar bile, olayları kağıda döktükleri zaman, her şeyi olduğundan daha düzenli bir biçimde anlatmış, gerçekleri tam yansıtamamışlardır. insanları da tam olarak betimleyemeyiz. çünkü yaşayan insan kitap kişisinden çok daha ilginçtir.
bütün olağanüstü insanlara deli damgası vurulmuştur. isa yeniden dünyaya gelecek olsa tımarhaneyi boylaması işten bile değildir.
bütün doğal afetler insana rahatlık verir sonunda. güçsüzlüğümüzü anlarız. ve ne tuhaftır ki güçsüzlüğün bilincine varmak yatıştırıcı bir etki yapar insanda.
insanlar ikiye ayrılır: düzenbazlar ve ahlaksızlar.
kısa bir süre sonra pia'dan ayrıldım. ben beyrut'a, randy'yi görmeye gittim. o ispanya'ya geçti. diyaframı olmadığından bütün yaz sapık ilişkilerle yetinmek zorunda kalmış. insana gülünç gelebilir; ama bu durumdan hiç de utanç duymamış. ne de olsa 1950 yılalrında yetişmiş, kızlığımızı bozdurmadan sevişmeye çoktan alışmıştık biz.
genç kızlık yıllarını, aynanın karşısına geçip geriye doğru eğilmeye, cinsel organını incelemeye çalışarak geçirir insan. birtakım kıvırcık tüylerle morumsu etlerden başka bir şey de göremez. en önemli bölgeler gözden uzaktır. keşfedilmemiş bir kanal, bir yeralrı mağarası.
lasciate ogni speranza: dante'nin ilahi komedisinde, cehennemin kapısında yazılı olan söz: giren, umudu kesmelidir. [ey bu kapıdan girenler! bırakınız her türlü ümidi.]
sallanan uçaklarda ateist kalmaz.
doğu'yla batı burada birleşmiş denebilir. ne var ki bu birleşmeden doğan şey kusursuz bir ortak yapım değil; sadece bir yozlaşma, bir çöküntü.
aşkım, çiçek açan bir buğday başağıdır
gözleri, iki sarı topaz gibi parıldar uzakta
beyrut'ta trafik kuralı yoktur, küfür vardır.
varoluşçuluğun aksayan yanını buldum. insan ne yaparsa yapsın geleceği düşünmeden edemiyor. her hareketimiz belli sonuçlar doğuruyor.
aşk istiyorsun, yakınlık istiyorsun, duyarlıklı insanlar istiyorsun, yaşamda yoğunluk istiyorsun.. sonunda nerede karar kılıyorsun? acı çekmekte! neyse ki acıların yoğun hiç değilse.. hasta, hastalığını seviyor. iyileşmek istemiyor aslında.
annemin evine dönsem çok ağır bir duygusal ücret ödemem gerekir. üstelik kardeşlerim de günahlarımın cezasını çektiğimi söyleyeceklerdir. arkadaşlarım, bana acır görünüp, gizliden gizliye alay edeceklerdir arkamdan: isadora'nın da burnu sürtüldü iyice!
yaşantı uzun bir hastalığa dönmüşse eğer, tek kurtuluş yolu ölümdür.
her şeyi aynı ilgisizlikle karşılarsan hiçbir şeyin anlamı kalmaz. seninki varoluşçuluk değil duygusuzluk.
edna o'brien: oy hakkını elde etmekte ne çıkar, diye düşünmüştüm. kadınların basbayağı silahlanması gerekir.
kendimi aldatmanın yararı yok. ben varoluşçuluktan falan anlamıyorum. olayları kağıt üstüne dökmedikçe yaşantımın gerçek olduğuna bile inanamam.
yitirecek bir şeyi kalmayan insan gerçekten özgürdür.
süperego denen nesne alkolde erir.
tek gerçek varoluşçu üzüm suyudur.
kimsenin çocuğu değilim artık. özgür bir kadınım. zincirlerimi kopardım. özgürlüğün böylesine korkunç olabileceğini hiç bilmezdim. derin bir uçurumdan aşağı düşen, yere varmadan uçmayı öğrenebileceğini uman bir insana benzettim kendimi.
mağara adamı çağında, erkeğin, bütün ömrünü avlanmak ve dövüşmekle, kadının da gebe kalmak, doğururken ölmek korkusuyla geçirdiği zamanlarda karıyı saçından sürüyüp götürmek gerekirmiş. erkek, yüzyıllarca kadının isteksizliğinden, soğukluğundan yakınmış, coşkulu kadın ararmış hep. atak kadın ararmış. eh, son yıllarda kadının ataklığı, coşkunluğu epey arttı. sonuç? gözükara kadının karşısında erkek pörsüyüp kaldı. onulmaz bir dert bu.
benim tutkumun büyüklüğü onunkini yok etti. ben üstüne düştükçe o kaçtı. her şey bu kadar basit mi peki? annemin yıllarca önce söylediğine mi geleceğiz? "erkekler kolay elde edilen kadınlara değer vermezler." deyip çıkacak mıyız işin içinden? gerçekten de bana en çok bağlanan erkekler en az önemsediklerimdi. peki ama, bunun ne tadı var? eros'la philos, kısa bir süre için de olsa, bir araya gelemezler mi hiç? bu istek ve ilgisizlik, yarar ve zarar çarkını durdurmanın yolu yok mu?
ağlamanın, belki de bebeklikten kalan, tuhaf bir özelliği var. yakınlarda bizi dinleyen (ya da dinleyeceğini umduğumuz) biri bulunmazsa, şöyle rahatça, höyküre höyküre ağlamak kolay değildir. tam bir umutsuzlukla gözyaşı dökmek, kendini kapıp koyvermek elden gelmez. gözyaşı selinde boğulacağımızdan, kimsenin gelip bizi kurtaramayacağından korkarız belki. belki de konuşma gibi, ağlamak da bir haberleşme aracıdır; dinleyici bulunmazsa anlamı kalmaz.
insanın kendi düşüncelerinden kurtulmasının hiç yolu yok mudur?
yirmi yaşında olsam isterdim. otuza gelince ülkü uğruna ölmeye yanaşmıyor insan. şiir uğruna ölmek de biraz saçma olur sanırım. genç yaşta can verdiği için keats'e hayrandım eskiden. şimdiyse ileri yaşta ölmenin daha büyük bir yiğitlik olduğunu düşünüyorum.
ilk adım yalnızlığa alışmaktır.
evrendeki tek büyük gerçek acı çekmektir.
kendi hayal gücümün çarmıhına gerilmişim. hayal gücüm, insanlığın geçmişi kadar korkulu.
keşke scarlett o'hara gibi sorunlarımın çözümlenmesini hep bir sonraki güne erteleyebilsem ben de.
doris lessing: bence, güç olan, zararlı olan, insanın istediğini elde edememesi değildir. isteklerini yerine getiremeyen insan belki acı çeker; ama eline geçenle yetinen zehirlenir. ikinci kaliteyi birinci kalite gibi görmektir en kötüsü. sevgi ararken yalnızlığı yeğ tutar gibi daha iyisini yapabileceğini bildiğin halde ortaya koyduğun eseri beğenir gibi görünmek.
bana eziyet edilse bile dayanmaya çalışır, insanlarla aramdaki bağı koparmaya yanaşmazdım çok zaman. herkese son bir fırsat tanımak isterdim. belki de korkaklıktan ileri geliyordu böyle davranmam. ilişkiye son vereceğime oturup kağıda döküyordum öfkemi.
büyük acı ve büyük haz anlarında, gövde sınırlarının yok olduğunu okumuştum psikolojik bir yazıda. o duyguyu iyi bilirim ben, panipe kapıldığım gecelerin belirgin bir özelliğidir. bacağım kırıldığı zaman da gövdemin sınırları silinip gitmişti. garip bir çelişki aslında: çok büyük haz ya da çok büyük acı duyan insan, bedeninden kopup gittiği izlenimine kapılıyor.
bir bakıma her şiir, insanın bedeninin sınırlarını genişletmek için giriştiği bir çabadır.
ikinci bir açıklaması da vardı bu gebelik korkusunun: kadın, ilkel kavimlerde olduğu gibi, gövdesindeki bütün delikleri bir tutarmış. yediklerinin, bağırsaklarında çoğalacağını, bedeninin ürün vereceğini sanırmış bilinçaltında.
bayan x. haftalardır 600 kalorilik bir rejim uyguladığı halde bir türlü zayıflayamıyormuş. doktoru, kadının kaçamak yaptığını düşünerek, yediği her şeyi bir yana not etmesini istemiş. bakmışlar ki kadın verilen rejime aykırı düşecek bir şey yemiyor. "her lokmanızı, içtiğiniz her yudumu burada belirttiğinizden emin misiniz?" demiş doktor. "yudum mu?" diye sormuş kadın. "elbette" demiş doktor sertçe. zavallı hasta şaşıp kalmış: "ay, onun da kalorisi mi varmış?"
insan kendi ruhuna sahip olmak istediğinden ötürü özür dilemek gereğini duymamalıdır. herkes kendine sadık kalmalıdır. kişiliğimizden başka neyimiz var bu dünyada? her şey bitip tükendiği anda kişiliğiyle baş başa kalır insan.
evliliğin tehlikesi hep bir ikili çılgınlık oluşu. kendi deliliğinin nerede bittiğini, eşinin çılgınlıklarının nerede başladığını kestiremez olur kişi. ya yeterinden az, ya yeterinden fazla suçlar kendini. üstelik bağımlılığı sevgiyle karıştırma eğilimini gösterir.
bir umutsuzluk anında kolayca kendini öldürebilir insan. acınacak kurban rolünü benimsemek kolaydır. güç olan sabretmeyi bilmektir. yaşama göğüs germek. eli kolu bağlı oturmak.
d.h. lawrence: kadınların en büyük yanlışı, kendilerini erkeğin gözüyle görmeleri, o görüntüye uyma çabasını sürdürmeleridir.
başka yazarların acı çekmesi ya avangard ya epik ya kozmik bir konudur. ben acı çekerken sadece komik oluyorum.
insan güç durumda kalınca her şeye uymayı öğrenir.
ne gülünç durumlara düşürür gövdemiz bizi!
sokağa varınca "şükür ki hava açık" diye düşündüm. eski putperestlerden olduğumdan bu küçük nimetler için tanrılara teşekkür etmek gerektiğini bilirim.
oturup bir sütlü kahveyle çörek söyledim. saat bire geliyordu. bir dinginlik, bir rahatlık çökmüştü üstüme. mutluluğumuz ne kadar küçük şeylere bağlıdır aslında: öğle tatili yapmayan bir eczane, çalınmayan bir bavul, bir fincan sütlü kahve. yaşamın tadına vardığımı sezdim birden.kahvenin enfes tadı, yüzüme vuran güneş, gözlenmeyi, beğenilmeyi umarcasına köşelerde dikilip duran insanlar. her şey kusursuz.
kimse kimseyi bütünleyemez. insan kendini bütünleyebilir ancak. onu yapacak gücü yoksa, sevgi arama çabasıyla kendini tüketir. tükenişin de aşk olduğuna inanmaya çalışır sonunda.
ne yazık ki her zaman öyle olur. ezilen yürek en hafif bir dokunuşta acıyla bağırırken, zamanla morarır, sararır, çürüyen yer belli bile olmaz, acısı kalmaz. unutulur. kalbi olduğunu bile unutur insan. bir sonraki sevgiye kadar. bu kez de "bu bambaşka bir aşk, bu hepsinden güçlü" diye düşünürüz. gerçek olan şudur ki eskiler unutulduğu için her sevgi bir öncekinden güçlü sanılır.
insan dilsiz karı alırsa aydın kişi olması çok kolaylaşır.
d.h. lawrence: yazarın öğretici bildirilerine değil, kaderin karanlık ormanlarında dolaşan roman kişilerinin seslenişine, boğuk iniltilerine kulak verin.
on dokuzuncu yüzyıl romanlarında barışılır. yirminci yüzyıl romanlarında boşanılır.
"yaşamın belli bir konusu yoktur." diye hikmet yumurtlamaktan hoşlanırdım eskiden. gerçekten de, yaşadığımız sürece hep değişebilir konu.
ne olursa olsun dayanabileceğimi biliyordum artık. hepsinden önemlisi, çalışmamı sürdüreceğim. yaşamak, durmaksızın yenilenmek demektir. kolay değildir; acı çekmeden yaşayamaz insan. acıdan kurtulmanın tek yolu ölümü seçmektir.
Kategori:
.kitap,
.xyz,
alexandre dumas,
beethoven,
d.h. lawrence,
dante,
doris lessing,
edna o'brien,
erica jong,
henry miller,
jerzy kosinski
3.07.2010
dostluk
d. h. lawrence
iki çeşit dostluk vardır: fiziksel ve manevi. fiizksel olanı, geçici bir şeydir. şüphesiz böyle insanlardan da hoşlanırsınız, iyi geçinirsiniz, olayı mümkün mertebe nezaket sınırları içinde tutarsınız. zaten siz orada tuttuğunuz sürece o da orada kalır. yine de geçicidir, gündeliktir. siz de bilirsiniz ya! bir iki hafta ya da bir iki ay sürebilir. ama başından beri biteceğini bilirsiniz kesin olarak; yakında bitecektir. ne ise odur, üstünde daha fazla durmazsınız. ama manevi dostluklar hiç böyle değildir. onlar kalıcıdır. ebedidirler; insani olan bir şey ebedi olabilirse, ne kadar ebedi olabilirse.
iki çeşit dostluk vardır: fiziksel ve manevi. fiizksel olanı, geçici bir şeydir. şüphesiz böyle insanlardan da hoşlanırsınız, iyi geçinirsiniz, olayı mümkün mertebe nezaket sınırları içinde tutarsınız. zaten siz orada tuttuğunuz sürece o da orada kalır. yine de geçicidir, gündeliktir. siz de bilirsiniz ya! bir iki hafta ya da bir iki ay sürebilir. ama başından beri biteceğini bilirsiniz kesin olarak; yakında bitecektir. ne ise odur, üstünde daha fazla durmazsınız. ama manevi dostluklar hiç böyle değildir. onlar kalıcıdır. ebedidirler; insani olan bir şey ebedi olabilirse, ne kadar ebedi olabilirse.
7.09.2008
atım kaçtı ben vuruldum
tarık dursun k.
aşk, gerçek görüşümüzü geliştiren ve bize yazgıya karşı savaş konusunda güç veren birleştirici bir serüvendir." (d.h. lawrence)
bernard shaw: dünyanın en hayalperest insanı bisiklete binen insandır. bisikletin kendisini götürdüğünü zanneder.
"ayartma dışında her şeye direnebilirim." (oscar wilde)
dünyanın ve zenginliğin en zirvesindeki adam, yaşam hikayesini şöyle anlatır: babası ona 1 dolar vermiştir, o da gider, 1 elma alır, parlatır parlatır ve 2 dolara satar. sonra gider, bu kez 2 elma alır, parlatır parlatır ve 4 dolara satar elmaları. gider bu kez de 4 elma alır, parlatır parlatır, 8 dolara satar. gider, bu kez tam 8 elma alacakken multimilyoner halası ölür ve miras elmacı çocuğa kalır.
bertrand russell: bir kadını elde etmekte güçlük çekmeyen bir erkeğin duyguları, romantik aşk biçimine girmez.
"hiç kimse yaşamını biri ya da bir şey tarafından ayartılmadan geçirmiş olamaz."
ernest hemingway: savaş, devlet politikasının başka yollardan sürdürülmesidir.
benimle birlikte yaşlan
son yarısı yaşamın
ilk yarısı içindir
ve inan bana sevdiğim
bu son yarı
en iyisidir (robert browning)
yazar, hayata katkıda bulunur; hayattan katkı beklemez.
zamanın en büyük yenilgisi uçağa binmektir.
insanlar arasında iletişim dediğimiz olgu, teknolojinin önlenemez ilerlemesiyle birlikte durmadan ve hızla biçim değiştiriyor. artık kimse kimseye mektup yazmıyor. insanların kalıcı olan şeylere karşı ilgisi azaldı; çünkü kendisinin bile kalıcı olmadığını görüyor, duyabiliyor insan. hayat, hayatı hayat yapan ögeler artık kimse tarafından ciddiye alınmıyor. bu hızlılık içinde günün kurtarılması sözkonusu. her şey, elbette dürüst olmak gerekirse, cinselliğe bağlanacak eninde sonunda; çünkü dünyamızın en elle tutulur gerçeği o.
dünyayı en iyi çingeneler tanır; bir de çağdaş, çingene olmayan çingene ruhlular.
hiçbir yerin yerlisi değilim
çünkü her yerde azınlıktayım
her yerde dışardan bir türküyüm
yalnız dostların dinlediği
az duyulur bir türküyüm -göçerim
(şiir de göçer göçebedir
bütün güzel ellerde gezer
ozan hep yalnızlığa göçmen gider
çünkü dostum -ne acı
şiir her yerde azınlıktadır
ozan her yerde yabancı) (özcan yalım)
montaigne: şiirin orta hallisi ya da kötüsü için kurallar, ustalıklar bir ölçü olabilir. ama iyisi, görkemlisi aklın kurallarını aşar. onun güzelliğini tam ve sağlıklı olarak görenler bir şimşeğin görkemine benzer bir parıltı görmekle kalırlar. büyük şiir, düşünme gücümüzü doyumsamaz, allak bullak eder.
"insan, yalnız başkaldırdığı sürece insandır; ne melektir ne şeytan." (jean bruller)
victor hugo: şiir gerilemez. neden? ilerleyemez de ondan. şiir bir doğa ögesidir; ne bozulur ne azalır. etkilere karşı koyar. deniz gibi o da, söyleyeceği ne varsa, her defasında söyler. sonra rahat ve ağırbaşlı, bir oluşa özgü, o bitmez tükenmez değişiklikle yeniden başlar. bir tekdüzelik içindeki değişiklik sonsuzluğun mucizesidir.
atatürk bir başına yıkılmaz, güç yetmez buna; ama devrimlerine saldırırsanız, o devrimleri gün gelir pekala da yıkarsınız. mustafa kemal atatürk salt bir kurtarıcı değildi. devrimciydi; onu atatürk yapan da yaptığı, uyguladığı devrimlerdir.
aşk, gerçek görüşümüzü geliştiren ve bize yazgıya karşı savaş konusunda güç veren birleştirici bir serüvendir." (d.h. lawrence)
bernard shaw: dünyanın en hayalperest insanı bisiklete binen insandır. bisikletin kendisini götürdüğünü zanneder.
"ayartma dışında her şeye direnebilirim." (oscar wilde)
dünyanın ve zenginliğin en zirvesindeki adam, yaşam hikayesini şöyle anlatır: babası ona 1 dolar vermiştir, o da gider, 1 elma alır, parlatır parlatır ve 2 dolara satar. sonra gider, bu kez 2 elma alır, parlatır parlatır ve 4 dolara satar elmaları. gider bu kez de 4 elma alır, parlatır parlatır, 8 dolara satar. gider, bu kez tam 8 elma alacakken multimilyoner halası ölür ve miras elmacı çocuğa kalır.
bertrand russell: bir kadını elde etmekte güçlük çekmeyen bir erkeğin duyguları, romantik aşk biçimine girmez.
"hiç kimse yaşamını biri ya da bir şey tarafından ayartılmadan geçirmiş olamaz."
ernest hemingway: savaş, devlet politikasının başka yollardan sürdürülmesidir.
benimle birlikte yaşlan
son yarısı yaşamın
ilk yarısı içindir
ve inan bana sevdiğim
bu son yarı
en iyisidir (robert browning)
yazar, hayata katkıda bulunur; hayattan katkı beklemez.
zamanın en büyük yenilgisi uçağa binmektir.
insanlar arasında iletişim dediğimiz olgu, teknolojinin önlenemez ilerlemesiyle birlikte durmadan ve hızla biçim değiştiriyor. artık kimse kimseye mektup yazmıyor. insanların kalıcı olan şeylere karşı ilgisi azaldı; çünkü kendisinin bile kalıcı olmadığını görüyor, duyabiliyor insan. hayat, hayatı hayat yapan ögeler artık kimse tarafından ciddiye alınmıyor. bu hızlılık içinde günün kurtarılması sözkonusu. her şey, elbette dürüst olmak gerekirse, cinselliğe bağlanacak eninde sonunda; çünkü dünyamızın en elle tutulur gerçeği o.
dünyayı en iyi çingeneler tanır; bir de çağdaş, çingene olmayan çingene ruhlular.
hiçbir yerin yerlisi değilim
çünkü her yerde azınlıktayım
her yerde dışardan bir türküyüm
yalnız dostların dinlediği
az duyulur bir türküyüm -göçerim
(şiir de göçer göçebedir
bütün güzel ellerde gezer
ozan hep yalnızlığa göçmen gider
çünkü dostum -ne acı
şiir her yerde azınlıktadır
ozan her yerde yabancı) (özcan yalım)
montaigne: şiirin orta hallisi ya da kötüsü için kurallar, ustalıklar bir ölçü olabilir. ama iyisi, görkemlisi aklın kurallarını aşar. onun güzelliğini tam ve sağlıklı olarak görenler bir şimşeğin görkemine benzer bir parıltı görmekle kalırlar. büyük şiir, düşünme gücümüzü doyumsamaz, allak bullak eder.
"insan, yalnız başkaldırdığı sürece insandır; ne melektir ne şeytan." (jean bruller)
victor hugo: şiir gerilemez. neden? ilerleyemez de ondan. şiir bir doğa ögesidir; ne bozulur ne azalır. etkilere karşı koyar. deniz gibi o da, söyleyeceği ne varsa, her defasında söyler. sonra rahat ve ağırbaşlı, bir oluşa özgü, o bitmez tükenmez değişiklikle yeniden başlar. bir tekdüzelik içindeki değişiklik sonsuzluğun mucizesidir.
atatürk bir başına yıkılmaz, güç yetmez buna; ama devrimlerine saldırırsanız, o devrimleri gün gelir pekala da yıkarsınız. mustafa kemal atatürk salt bir kurtarıcı değildi. devrimciydi; onu atatürk yapan da yaptığı, uyguladığı devrimlerdir.
16.06.2008
adaları seven adam
d.h. lawrence
hz. ibrahim gibi, dölünün deniz kıyısındaki kumlar kadar çoğalmasını istiyorsa insan, üremek için bir ada seçmez kendine. çünkü çok geçmeden nüfus öyle büyük bir hızla artar ki, ada kalabalıktan geçilmez olur, gecekondu mahallesine döner. adayı, ıssızlığından dolayı seven biri için ürkünç bir durum çıkar ortaya. hayır, ada tek yumurtalık bir yuvadır. yalnızca tek bir yumurtaya yer vardır orada. o da adalının kendisidir.
adalının bakışları arasında, gökyüzü anlaşılmaz bir biçimde karardı ve dondurucu bir soğuk çıktı. çok uzaklardan, doyumsuz bir gök gürültüsü duyuldu. adalı, bunun, denizin üzerinde dönenen karın işareti olduğunu anladı. döndü, karın soluğunu duyumsadı gövdesinde.
adaları seven bir adam vardı. bir adada doğmuştu; ama çok kalabalık olduğu için oradan hoşlanmıyordu. onun istediği, tümüyle kendisinin olacak bir adaydı: orada ille de bir başına yaşaması gerekmiyordu; ama orayı kendi dünyası kılmalıydı.
kocaman bir adanın bir anakaradan farkı yoktur. bir adanın, kendini ada gibi duyumsaması için, enikonu küçük olması gerekir. kaldı ki, bu öykü de, insanın bir adayı kendi kişiliğiyle doldurabilmesi için o adanın ne kadar küçük olması gerektiğini anlatıyor.
gel zaman git zaman, adaları seven bu adam, otuz beşine vardığında kendine bir ada edindi. gerçi mülkiyet hakkını edinmemiş, doksan dokuz yıllığına kiralamıştı; ama burada bir insan ömrü söz konusu olduğuna göre, yaşadığı sürece ada onun sayılırdı. üstelik, hz. ibrahim gibi, dölünün deniz kıyısındaki kumlar kadar çoğalmasını istiyorsa insan, üremek için bir ada seçmez kendine.
hz. ibrahim gibi, dölünün deniz kıyısındaki kumlar kadar çoğalmasını istiyorsa insan, üremek için bir ada seçmez kendine. çünkü çok geçmeden nüfus öyle büyük bir hızla artar ki, ada kalabalıktan geçilmez olur, gecekondu mahallesine döner. adayı, ıssızlığından dolayı seven biri için ürkünç bir durum çıkar ortaya. hayır, ada tek yumurtalık bir yuvadır. yalnızca tek bir yumurtaya yer vardır orada. o da adalının kendisidir.
adalının bakışları arasında, gökyüzü anlaşılmaz bir biçimde karardı ve dondurucu bir soğuk çıktı. çok uzaklardan, doyumsuz bir gök gürültüsü duyuldu. adalı, bunun, denizin üzerinde dönenen karın işareti olduğunu anladı. döndü, karın soluğunu duyumsadı gövdesinde.
adaları seven bir adam vardı. bir adada doğmuştu; ama çok kalabalık olduğu için oradan hoşlanmıyordu. onun istediği, tümüyle kendisinin olacak bir adaydı: orada ille de bir başına yaşaması gerekmiyordu; ama orayı kendi dünyası kılmalıydı.
kocaman bir adanın bir anakaradan farkı yoktur. bir adanın, kendini ada gibi duyumsaması için, enikonu küçük olması gerekir. kaldı ki, bu öykü de, insanın bir adayı kendi kişiliğiyle doldurabilmesi için o adanın ne kadar küçük olması gerektiğini anlatıyor.
gel zaman git zaman, adaları seven bu adam, otuz beşine vardığında kendine bir ada edindi. gerçi mülkiyet hakkını edinmemiş, doksan dokuz yıllığına kiralamıştı; ama burada bir insan ömrü söz konusu olduğuna göre, yaşadığı sürece ada onun sayılırdı. üstelik, hz. ibrahim gibi, dölünün deniz kıyısındaki kumlar kadar çoğalmasını istiyorsa insan, üremek için bir ada seçmez kendine.