joel kovel
martin heidegger'in freiburg üniversitesi rektörlüğü'ne getirildiği dönem, onun nazizmi resmen benimsediği 1933 yılıydı. hayatının geç dönemlerinde kendisini savunmak için bunu yalnızca üniversiteyi ve içindeki yahudileri korumak için yaptığını belirtmiştir. kendisi partiyi bir seneden kısa bir zaman sonra terk etmiş ve sonunda rejimin gözünden düşmüştür. ancak hayatının hiçbir döneminde belirgin bir biçimde ne kendi faşizmini reddetmiş ne de nazizmi yeterince yermiştir. dahası, sonraları yapılan araştırmalar onun faşist politikalarının fazlasıyla sahici olduğunu göstermiştir.
martin heidegger etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
martin heidegger etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
7.03.2021
9.11.2018
norm
zygmunt bauman
seneca: en yüce iyi, ölümsüz olandır; geçip gitme eğiliminde değildir, pişmanlığı olduğu kadar bıkkınlığı da dışlar. asil bir zihin asla kararlarında sendelemez, asla kendini hor görmez, yaşamında kusursuz olan bir şeyi asla değiştirmez. tensel hazlar açısından ise tam aksi geçerlidir: en yüksek sıcaklığa eriştikleri anda soğuverirler. tensel hazzın hacmi büyük değildir ve dolayısıyla hızlıca dolar. haz bıkkınlığa ve baştaki şevk can sıkıntısı ve miskinliğe dönüşür.
martin heidegger, ancak bir şeyler yanlış gittiğinde -iflasın eşiğine gelindiğinde, alışık olmadığımız şeyler gerçekleştiğinde ya da "normların dışına çıkılıp" dünyanın nasıl bir yer olduğu ve dünyada nelerin olabileceğine dair zımni varsayımlarımıza meydan okuyan şeylerle karşılaşıldığında- şeyleri gördüğümüzü, onların farkına ve bilincine vararak bütün dikkatimizi onlara yoğunlaştırıp maksatlı eylemin hedefleri haline getirdiğimizi söylemiştir.
seneca: en yüce iyi, ölümsüz olandır; geçip gitme eğiliminde değildir, pişmanlığı olduğu kadar bıkkınlığı da dışlar. asil bir zihin asla kararlarında sendelemez, asla kendini hor görmez, yaşamında kusursuz olan bir şeyi asla değiştirmez. tensel hazlar açısından ise tam aksi geçerlidir: en yüksek sıcaklığa eriştikleri anda soğuverirler. tensel hazzın hacmi büyük değildir ve dolayısıyla hızlıca dolar. haz bıkkınlığa ve baştaki şevk can sıkıntısı ve miskinliğe dönüşür.
martin heidegger, ancak bir şeyler yanlış gittiğinde -iflasın eşiğine gelindiğinde, alışık olmadığımız şeyler gerçekleştiğinde ya da "normların dışına çıkılıp" dünyanın nasıl bir yer olduğu ve dünyada nelerin olabileceğine dair zımni varsayımlarımıza meydan okuyan şeylerle karşılaşıldığında- şeyleri gördüğümüzü, onların farkına ve bilincine vararak bütün dikkatimizi onlara yoğunlaştırıp maksatlı eylemin hedefleri haline getirdiğimizi söylemiştir.
26.04.2016
hayal kırıklığı
zygmunt bauman
umutları çökeldikleri gerçeklikler içerisinde çoğu zaman fark etmek zordur.
filozof martin heidegger, ancak bir şeyler yanlış gittiğinde -iflasın eşiğine gelindiğinde, alışık olmadığımız şeyler gerçekleştiğinde ya da "normların dışına çıkılıp" dünyanın nasıl bir yer olduğu ve dünyada nelerin olabileceğine dair zımni varsayımlarımıza meydan okuyan şeylerle karşılaşıldığında- şeyleri gördüğümüzü, onların farkına ve bilincine vararak bütün dikkatimizi onlara yoğunlaştırıp maksatlı eylemin hedefleri haline getirdiğimizi söylemiştir.
heidegger'e eşlik ederek, bilginin kaynağının ve aynı zamanda eylemi güdüleyen şeyin hayal kırıklığı olduğunu söyleyebiliriz.
susan neiman'ın öne sürdüğü gibi, "aydınlanma bizi kendimizi düşünmeye teşvik ettiği kadar, içine doğduğumuz dünyanın sorumluluğunu almaya da yöneltmiştir." ancak, "insanlar tarafından üstlenilmesi gereken kötülüğün dozu arttıkça, bu sorumluluğun gitgide değersizleştiğini kabul etmişlerdir."
umutları çökeldikleri gerçeklikler içerisinde çoğu zaman fark etmek zordur.
filozof martin heidegger, ancak bir şeyler yanlış gittiğinde -iflasın eşiğine gelindiğinde, alışık olmadığımız şeyler gerçekleştiğinde ya da "normların dışına çıkılıp" dünyanın nasıl bir yer olduğu ve dünyada nelerin olabileceğine dair zımni varsayımlarımıza meydan okuyan şeylerle karşılaşıldığında- şeyleri gördüğümüzü, onların farkına ve bilincine vararak bütün dikkatimizi onlara yoğunlaştırıp maksatlı eylemin hedefleri haline getirdiğimizi söylemiştir.
heidegger'e eşlik ederek, bilginin kaynağının ve aynı zamanda eylemi güdüleyen şeyin hayal kırıklığı olduğunu söyleyebiliriz.
susan neiman'ın öne sürdüğü gibi, "aydınlanma bizi kendimizi düşünmeye teşvik ettiği kadar, içine doğduğumuz dünyanın sorumluluğunu almaya da yöneltmiştir." ancak, "insanlar tarafından üstlenilmesi gereken kötülüğün dozu arttıkça, bu sorumluluğun gitgide değersizleştiğini kabul etmişlerdir."
6.03.2015
türk şiiri, modernizm, şiir
hasan bülent kahraman
her klasik evrenseldir; ama her evrensel klasik değildir.
kitaplar bir tür tanıklıktır. hayatı kitaplar aracılığıyla ve daima eksilerek yaşıyoruz. bu, okuma için de böyledir. hiçbir okuma katmaz ve artırmaz. mutlaka ayıklar, dışlar ve eksiltir.
maksim gorki: yaşam eylemdir ve yaratmaktır. yeryüzünde yaşayan insanın ulaşmak isteyeceği en son erek yeryüzünde yaşamak mutluluğudur.
herbert s. gershman: gerçeküstücüler arayanlar olmaktan çok bulanlardır.
preston davie: gerçeküstücülerin tapındıkları tek tanrı kendi yarattıkları "anlaşılmazlık" imgesidir. insanlık, yeryüzünde bir arada bulunan tüm olguları, "düzen" ölçütlerine göre değerlendirmekte ve "gizemli olan"ı da bu çerçevede tanımlamaktadır. bu "gizemlilik" tanımı doğal bir basitleştirmeyi ve sadeleştirmeyi içerir. bu nedenle, gerçeküstücülere göre, anlaşılmazlık, "düzendışı olmak"tır.
hegel: gerçek olan akla uygundur; akla uygun olan gerçektir.
melih cevdet anday: özgür olabilmek için kendi kendimizi seçmemiz, sonra da bunu eylemlerimizle göstermemiz gerekiyor.
melih cevdet anday: gelecek beklenen değil, yapılan, yaratılan bir şeydir. bizi mistik'ten ayıracak olan bilinçtir. yarın, bugünün içindedir, dünyamızın bir parçasıdır. tıpkı dün gibi.
martin heidegger: insan varoluşu kökten ozancadır.
manfred halpern, özellikle islam toplumlarında önce tanrı, sultan, daha sonra aile, yerel önderler gibi kimliklerin kişilikleri aştığını, kişilerin kendilerini bu kimliklerle ortadan kaldırdıklarını söylüyor. halpern'in daha da ilginç bir gözlemi şudur: "bu tür toplumlarda, kişilerin değişmesine karşılık dizge sürmekte, kimliklerin değişmesine karşılık tavırlar aynı kalmaktadır." "bu nedenle" diyor halpern, "bu tür toplumlarda en sürekli olan kesim 'köleler'dir."
ece ayhan'ın şiiri adeta içine sokulan çubuğun eğri göründüğü su kütlesi gibidir. su, aynı sudur; çubuk, aynı çubuk; fakat her şeye karşın suyun içindeki çubuk kırık, eğri görünmektedir.
maurice merleau-ponty: insan algısı dünyaya dönüktür; oysa hayvanlar yalnızca bir çevreyi algılarlar.
her kurumsal yapı bir iktidara, her iktidar bir somutluğa tekabül eder. bu, dille ilişkilendirildiğinde daha çok böyledir. dil, hem kendisi doğrudan iktidar olan hem de iktidarın en önemli kurucu aracıdır. söze, dolayısıyla da dile dayanmayan iktidar olamayacağı gibi, günlük dil sıradan erkin büyük destekçisidir.
jacques lacan: i like to leave the reader no other way than the way, in which i prefer to be difficult.
s. lotringer: to write a book is an certain way to abolish the preceeding one.
her klasik evrenseldir; ama her evrensel klasik değildir.
kitaplar bir tür tanıklıktır. hayatı kitaplar aracılığıyla ve daima eksilerek yaşıyoruz. bu, okuma için de böyledir. hiçbir okuma katmaz ve artırmaz. mutlaka ayıklar, dışlar ve eksiltir.
maksim gorki: yaşam eylemdir ve yaratmaktır. yeryüzünde yaşayan insanın ulaşmak isteyeceği en son erek yeryüzünde yaşamak mutluluğudur.
herbert s. gershman: gerçeküstücüler arayanlar olmaktan çok bulanlardır.
preston davie: gerçeküstücülerin tapındıkları tek tanrı kendi yarattıkları "anlaşılmazlık" imgesidir. insanlık, yeryüzünde bir arada bulunan tüm olguları, "düzen" ölçütlerine göre değerlendirmekte ve "gizemli olan"ı da bu çerçevede tanımlamaktadır. bu "gizemlilik" tanımı doğal bir basitleştirmeyi ve sadeleştirmeyi içerir. bu nedenle, gerçeküstücülere göre, anlaşılmazlık, "düzendışı olmak"tır.
hegel: gerçek olan akla uygundur; akla uygun olan gerçektir.
melih cevdet anday: özgür olabilmek için kendi kendimizi seçmemiz, sonra da bunu eylemlerimizle göstermemiz gerekiyor.
melih cevdet anday: gelecek beklenen değil, yapılan, yaratılan bir şeydir. bizi mistik'ten ayıracak olan bilinçtir. yarın, bugünün içindedir, dünyamızın bir parçasıdır. tıpkı dün gibi.
martin heidegger: insan varoluşu kökten ozancadır.
manfred halpern, özellikle islam toplumlarında önce tanrı, sultan, daha sonra aile, yerel önderler gibi kimliklerin kişilikleri aştığını, kişilerin kendilerini bu kimliklerle ortadan kaldırdıklarını söylüyor. halpern'in daha da ilginç bir gözlemi şudur: "bu tür toplumlarda, kişilerin değişmesine karşılık dizge sürmekte, kimliklerin değişmesine karşılık tavırlar aynı kalmaktadır." "bu nedenle" diyor halpern, "bu tür toplumlarda en sürekli olan kesim 'köleler'dir."
ece ayhan'ın şiiri adeta içine sokulan çubuğun eğri göründüğü su kütlesi gibidir. su, aynı sudur; çubuk, aynı çubuk; fakat her şeye karşın suyun içindeki çubuk kırık, eğri görünmektedir.
maurice merleau-ponty: insan algısı dünyaya dönüktür; oysa hayvanlar yalnızca bir çevreyi algılarlar.
her kurumsal yapı bir iktidara, her iktidar bir somutluğa tekabül eder. bu, dille ilişkilendirildiğinde daha çok böyledir. dil, hem kendisi doğrudan iktidar olan hem de iktidarın en önemli kurucu aracıdır. söze, dolayısıyla da dile dayanmayan iktidar olamayacağı gibi, günlük dil sıradan erkin büyük destekçisidir.
jacques lacan: i like to leave the reader no other way than the way, in which i prefer to be difficult.
s. lotringer: to write a book is an certain way to abolish the preceeding one.
22.09.2011
imkansız poetika
ahmet oktay
orhan veli: teşbih, istiare, mübalağa ve bunların bir araya gelmesinden meydana çıkacak bir hayal zenginliği, ümit ederim ki, tarihin aç gözünü artık doyurmuştur.
ilhan berk: sözcükler, suç işlemeden, aç kalmadan, acı çekmeden, sevişmeden kendilerine gelemezler. bunun için bizim gelip ellerinden tutmamızı beklerler.
heidegger: dil insanın evidir.
necip fazıl: şiirin üstün gayesi, alemlerin namütenahi kesret ifadesi içinde büyük ve merkeze doğru, iç içe remz ve sır helezonlarından kayacak, harikulade çevik ve ince bünyenin heykeltıraşlığıdır.
ahmet oktay: yazmak, bir sorunu çözümleme ya da bir sorun yaratma girişimidir.
iris murdoch: yozlaşmış, yalan söyleyen bir sanat, despotik bir toplumun temel görüntüsüdür. sanat, özellikle de edebiyat, hepimizin buluşabileceği ve güneşin altındaki her şeyin incelenip gözden geçirilebileceği bir düşünme salonudur. bu yüzden diktatörler ve platon gibi otorite yanlısı ahlakçılar tarafından korkulur ve saldırılır.
jean cocteau: şiir başka bir dile çevrilemez, yazıldığı dile bile.
"acılarımı anlatayım diye
bir dil verildi bana" (goethe)
hölderlin: dil, mülklerin en tehlikelisi verilmiştir insana; yaratarak, yok ederek ve batarak ve hep yaşayana, sevgiliye ve anaya dönerek kendisinin ne olduğuna tanıklık etsin diye.
heidegger: şiir, varoluşun ve bütün nesnelerin özünün kurucu adlandırılışıdır ve şiir tarihsel bir halkın ilkel dilidir.
herbert marcuse: sanat ve devrim, dünyayı değiştirmede -özgürleştirmede- birleşirler. ancak sanat kendi pratiğinde kendine ait gereklilikleri bırakmaz, kendi boyutunu terk etmez: işlemsel olmayan olarak kalır. sanatta politik hedef sadece estetik biçimde ortaya çıkar. hatta sanatçı kendini adamış bir devrimci olsa bile devrim pekala yapıtın içinde olmayabilir.
"erdem dolu, yine de şairce barınır
insan bu yeryüzünde" (hölderlin)
marx: insan gelişmesinin alanı zamandır. hiçbir boş zamanı olmayan, bütün hayatı kapitalist hesabına çalışması tarafından yutulan bir insan, bir yük hayvanından daha aşağıdır. o, başkaları hesabına zenginlik üreten, fizik bakımından ezilmiş ve entelektüel bakımdan alıklaştırılmış basit bir makinedir.
"ben yağmurun kum saatiyim
nice göğün düşüp öldüğü yerde
taşın ilk çağıdır yüreğim" (melih cevdet anday)
heidegger: dil, yani şiir yeryüzünden kaçmak ve üzerinde dönüp durmak için yükselip üstüne çıkmış değildir yeryüzünün. şiir, insanı ilk kez yeryüzüne getiren, onu yeryüzüne ait kılan, böylelikle ona yaşayacak bir yer sağlayan şeydir.
melih cevdet anday: şiir bilgiden doğmaz. bilim adamı bildiklerinden başka bir bilgi çıkarmak için çalışır; ozan ise meraklarından 'ben'i çıkarmak ister. bu 'ben' kendisi değildir, yaratılacak insandır.
"neye yarar şairler yoksulluk zamanında?" (hölderlin)
mutlu yazar, ölü yazardır. mutlu olmak yasaklanmıştır yazara. mutlu olabilen, yazar olmaz, yazar olmayı istemez. kafka'yı anımsıyorum: felice'ye yazar: sadece yemek saatinden yemek saatine açılan ve önüne bir tepsi sürülen, hücreden hücreye geçilen bir zindanın en dip odasında yaşamayı ister. hiçbir ödülü, güvencesi olmayan yazı için.
son kertede hepimiz kişisel yeteneklerimiz ne olursa olsun, toplumsal koşulların ürünleriyiz.
orhan veli: teşbih, istiare, mübalağa ve bunların bir araya gelmesinden meydana çıkacak bir hayal zenginliği, ümit ederim ki, tarihin aç gözünü artık doyurmuştur.
ilhan berk: sözcükler, suç işlemeden, aç kalmadan, acı çekmeden, sevişmeden kendilerine gelemezler. bunun için bizim gelip ellerinden tutmamızı beklerler.
heidegger: dil insanın evidir.
necip fazıl: şiirin üstün gayesi, alemlerin namütenahi kesret ifadesi içinde büyük ve merkeze doğru, iç içe remz ve sır helezonlarından kayacak, harikulade çevik ve ince bünyenin heykeltıraşlığıdır.
ahmet oktay: yazmak, bir sorunu çözümleme ya da bir sorun yaratma girişimidir.
iris murdoch: yozlaşmış, yalan söyleyen bir sanat, despotik bir toplumun temel görüntüsüdür. sanat, özellikle de edebiyat, hepimizin buluşabileceği ve güneşin altındaki her şeyin incelenip gözden geçirilebileceği bir düşünme salonudur. bu yüzden diktatörler ve platon gibi otorite yanlısı ahlakçılar tarafından korkulur ve saldırılır.
jean cocteau: şiir başka bir dile çevrilemez, yazıldığı dile bile.
"acılarımı anlatayım diye
bir dil verildi bana" (goethe)
hölderlin: dil, mülklerin en tehlikelisi verilmiştir insana; yaratarak, yok ederek ve batarak ve hep yaşayana, sevgiliye ve anaya dönerek kendisinin ne olduğuna tanıklık etsin diye.
heidegger: şiir, varoluşun ve bütün nesnelerin özünün kurucu adlandırılışıdır ve şiir tarihsel bir halkın ilkel dilidir.
herbert marcuse: sanat ve devrim, dünyayı değiştirmede -özgürleştirmede- birleşirler. ancak sanat kendi pratiğinde kendine ait gereklilikleri bırakmaz, kendi boyutunu terk etmez: işlemsel olmayan olarak kalır. sanatta politik hedef sadece estetik biçimde ortaya çıkar. hatta sanatçı kendini adamış bir devrimci olsa bile devrim pekala yapıtın içinde olmayabilir.
"erdem dolu, yine de şairce barınır
insan bu yeryüzünde" (hölderlin)
marx: insan gelişmesinin alanı zamandır. hiçbir boş zamanı olmayan, bütün hayatı kapitalist hesabına çalışması tarafından yutulan bir insan, bir yük hayvanından daha aşağıdır. o, başkaları hesabına zenginlik üreten, fizik bakımından ezilmiş ve entelektüel bakımdan alıklaştırılmış basit bir makinedir.
"ben yağmurun kum saatiyim
nice göğün düşüp öldüğü yerde
taşın ilk çağıdır yüreğim" (melih cevdet anday)
heidegger: dil, yani şiir yeryüzünden kaçmak ve üzerinde dönüp durmak için yükselip üstüne çıkmış değildir yeryüzünün. şiir, insanı ilk kez yeryüzüne getiren, onu yeryüzüne ait kılan, böylelikle ona yaşayacak bir yer sağlayan şeydir.
melih cevdet anday: şiir bilgiden doğmaz. bilim adamı bildiklerinden başka bir bilgi çıkarmak için çalışır; ozan ise meraklarından 'ben'i çıkarmak ister. bu 'ben' kendisi değildir, yaratılacak insandır.
"neye yarar şairler yoksulluk zamanında?" (hölderlin)
mutlu yazar, ölü yazardır. mutlu olmak yasaklanmıştır yazara. mutlu olabilen, yazar olmaz, yazar olmayı istemez. kafka'yı anımsıyorum: felice'ye yazar: sadece yemek saatinden yemek saatine açılan ve önüne bir tepsi sürülen, hücreden hücreye geçilen bir zindanın en dip odasında yaşamayı ister. hiçbir ödülü, güvencesi olmayan yazı için.
son kertede hepimiz kişisel yeteneklerimiz ne olursa olsun, toplumsal koşulların ürünleriyiz.
20.05.2010
varoluşçuluk
jean-paul sartre
sartre'ın "varoluşçuluk bir insancılıktır" adlı eserinin asım bezirci çevirisi.
weil'e göre varoluşçuluk bir bunalım, mounier'ye göre umutsuzluk, hamelin'e göre bunaltı, banfi'ye göre kötümserlik, wahl'a göre başkaldırış, marcel'e göre özgürlük, lukacs'a göre idealizm (düşüncülük), benda'ya göre usdışıcılık (irrasyonalizm), foulquié'ye göre saçmalık felsefesidir.
her nesnenin bir özü, bir de varlığı vardır. öz, sürekli nitelikler topluluğu demektir. varlık (ya da varoluş) ise dünyada etkin (aktif) olarak bulunuş demektir. çoğu kimse özün önce, varoluşun sonra geldiğine inanır. örneğin, bezelyeler bir bezelye düşüncesine göre yerden biter, yuvarlaklaşır. bu düşünüş köklerini dinden alır. tanrı, insanları kendindeki insan düşüncesine göre var eder. nesne, ancak özüne uyduğu zaman var olur. bütün insanlara özgü bir öz vardır; bu değişmez özün adı insan doğasıdır.
varoluşçuluk ise tam tersini öne sürer bunun: insanda -ama yalnız insanda- varoluş özden önce gelir. insan önce vardır; sonra şöyle ya da böyle olur. çünkü o, özünü kendi yaratır. nasıl mı? dünyaya atılarak, orada acı çekerek, savaşarak yavaş yavaş kendini belirler. bu belirlenme yolu hiç kapanmaz, her zaman açıktır.
bireyciliğe aşırı yer vermek, kişinin varoluş sorununa büyük ilgi göstermek ve herhangi bir düşünce okulundan olmamak, herhangi bir inançlar kümesini, özellikle sistemleri yetersiz görmek; sığlığını, bilgiçliğini, yaşamdan yoksunluğunu ileri sürerek gelenekçi felsefeyi açıkça küçümsemek, bütün bunlar, kierkegaard'ın, jaspers'ın, heidegger'in olduğu gibi, nietzsche'nin de belli başlı özellikleri ve varoluşçuluğun çıkış noktalarıdır.
ritter'a göre, varoluşçuluk "köklerinden kopmuş, temelini yitirmiş, geçmişe, tarihe güvenini kaybetmiş, toplumda yabancılaşmış, mutsuz, huzursuz insan varlığını dile getiren" bir felsefedir. bu felsefe daha çok, "toplum içinde yaşayan bireyin tehdit altında olduğu, günümüzle gelenek arasındaki bağlantının koptuğu, insanın manasız bir varlık haline geldiği, kendi kendini yitirmek tehlikesinin baş gösterdiği yerde" ortaya çıkar. özellikle, savaş ve bunalım ertesi yılları bu çıkışın keskinleştiği, göze battığı dönemlerdir.
tillich'e göre, insan gitgide işlettiği makinenin egemenliği altına giriyor. özünü, benliğini, bilincini, kişiliğini günden güne yitiriyor.
öte yandan -marxçıların da söylediği gibi- makinenin getirdiği toplumsal üretim düzeniyle bireysel mülkiyet düzeni arasındaki çelişme kişiyi tedirgin ediyor. iki düzen arasında bir uyarlık sağlanamaması insanı gittikçe kendine yabancı, saçma, ezici, güvensiz, anlamsız bir ortamda -hiçlikle karşı karşıya- yaşamak zorunda bırakıyor.
giderek insanoğlu, sartre'ın deyişiyle, "nedensiz, zorunsuz, anlamsız bir varlık" haline giriyor. geçmişsiz, desteksiz, yapayalnız bir varlık.
varoluşçu yazarlar çağımız insanının bırakılmışlığını, yalnızlığını, boğuntusunu, umutsuzluğunu, güvensizliğini belirtmekle yetinmezler. bu kişinin kendini tanımasını, özünü yaratmasını, benliğini kazanmasını, baskıdan kurtulmasını da isterler. insanı ezen teknik düzene, kişiliğini silen toptancı topluma, benliğini çiğneyen zorbalığa karşı koyar, gerekirse başkaldırırlar. bu yüzden öznelliğe ve bireyliğe büyük önem verirler. öznellikten kalkarak bireyciliğe varırlar. söz gelimi, kierkegaard bireyi ana gerçek sayar, toplumu hor görür. ona göre, bireyin varlığını koruması için toplumdan, kamudan, eşitlikten sıyrılması gerekir. bireycilik ancak yalnızlık, boğuntu, kaygı ve umutsuzluk içinde belirir, korunur ve derinleşir.
mademki kişi dünyaya atılmıştır, kendi başına bırakılmıştır, öyleyse yaptıklarından sorumludur. nitekim o, kendini nasıl kurarsa öyle olacaktır. tasarılarına, seçmelerine, eylemlerine göre varlığına bir öz kazandıracaktır. edimleriyle kendini gerçekleştirecektir. gerçekleştirmelidir..
henri arvon varoluşçuluğun kaynağında kargaşacı (anarşist), bireyci max stirner'i görüyor. j. beaufret ise kierkegaard'ı varoluşçuluğun öncüsü sayıyor.
varoluşçuluk 19. yüzyılın sonlarında -daha çok almanya'da- filizleniyor.
varoluşçuluğun eleştirisi
sartre'ın varoluşçuluğu çelişik ve tutarsız bir felsefedir. çünkü, bu felsefede birbirine aykırı ne ararsanız bulabilirsiniz. hani, her şeyi hem aşan, hem de koruyan bir felsefe dense yeridir. öyle ki, bir yandan idealizmle maddeciliği içine alır, öbür yandan her ikisini de iter. hem diyalektiği içine alır, hem de ona karşı çıkar. (..) doğrusu, bu felsefe hegelcilikle olgubilim ve varoluşçuluğun bir karışımıdır. bir çeşit seçmeciliktir (eklektizm), yamalı bohçadır, sistem değildir.
sartre'ın varoluşçuluğu eski ve yanlış bir felsefesidir. çünkü bilime, gerçeğe, evrime, gerekirciliğe (determinizm) sırt çevirir. tarihle, yaşamla, toplumla, kitlelerle bağlarını koparır. toplumsal sorumluluktan, siyasal eylemden kaçar. daha doğrusu, insanı ussal bir eyleme değil, içgüdüsel bir yaşayışa çağırır. varoluş, insan, özgürlük, gerçeklik kavramlarını somut içeriğinden sıyırır, soyutlaştırır. bir çeşit usdışıcılığa (irrasyonalizm), metafiziğe ve skolastiğe bağlanır.
sartre'ın varoluşçuluğu dinin ve ahlakın dışındadır. önsel değerleri, geleneksel verileri tanımadığından kişiyi boşluk içinde, dayanaksız bırakır. öte dünyaya inanmadığı için, insanı tükenmez bir umutsuzluğa tutsak eder. zaten onun özgürlük dediği şey, aslında bireyin kendi içine kapanışıdır, kişinin henüz biçimlenmemiş, soyut bir özgürlük sarayı içinde çıkmaza sürüklenişidir.
varoluşçuluk, umutsuzluğun doğurduğu bir durgunluk, miskinlik içinde kalmaya çağırır insanları. ayrıca, insanın hep kötü yanlarına ayna tutar; kirli, bulanık, karanlık olanı gösterir hep.
jean kanapa'ya göre, varoluşçuluk bir burjuva felsefesidir. varoluşçuluğu gerici, kötümser, aldatıcı bir felsefe saymak gerekir.
bir sistemin toptan gücü, onu oluşturan parçasal güçlerin toplamından daha yüksektir.
bulantı, evreni olduğu gibi göstermekten öteye geçmez.
eğer insanın bir nedeni, bir temeli yoksa bu, kendi kendinin nedeni, kendi kendinin temeli olmasındandır. eğer dıştan hiçbir şey ona bir değer vermiyorsa bu, kendi kendinin değeri olmasındandır. eğer bırakılmışsa bu, tümüyle özgür olmasındandır.
hayat umutsuzluğun öbür yanında başlar. (sinekler)
sinekler'de, oreste'le jupiter arasındaki uzun konuşmada, kişinin özgürlüğünün dünya düzenine aykırı olduğu temi ele alınır.
özgürlük, kişiyi her an bir seçme yapmaya iten bir dış yöneltinin, bir dış gereksinmenin yokluğundan gelir. bundan ötürü bağlanma kadar kararsızlık da bir özgürlüktür.
insan, kendisine sürekli bir varoluş özgürlüğü verilmiş bir varlıktır, özü olmayan bir varlık.
bulantı; öğretici açıklamalar, yorumlar ve karışmalarla ağırlaşmış bir yapıttır.
sartre'ın dünyası, saçma ve iğrenç bir evrenle ve serseri, biçimlenmemiş, çarpılmış bir bilinçle yüz yüze gelen dünyadır. insanın "susamadığı halde içtiği" bir dünya; her şeyin fazlalık halini aldığı, gereksizleştiği bir dünya; bütün çıkış yolları kapalı bir dünya.
tutsaklığın böyle sürüp gitmesi, insanla dünya arasındaki o önlenemez ayrılığı canlandırır. sahne hep kapalı bir yerdir, havası hiç değişmeyen bir kovuk: bir kahve, bir otel ya da mahalle.
sartre'ın kişilerinin göze çarpan yanı, tiksintileridir daha çok, varoluşun biyolojik koşullarını benimsemekteki beceriksizlikleridir.
sartre'ın yarattığı kişilerin özgürlüğü nedir? bu kişilerin gücü dünyadan kaçmakta, kendinden kopmakta, baskı yapan şeylerden sıyrılmakta, onları yok etmekte görülür.
sartre'ın dünyasında ne renk vardır, ne gerçek kurtuluşa özgü bir özgürlük sesi, ne de bir özgürlük çağrısı.
bir yaşayış bildirisi olmaktan çok, bir dünya görüşü olduğunu bilmek zorundadır.
marxçılar, varoluşçuluğu eylemsizlik ve öznelcilikle, katolikler ise kötümserlik ve bireycilikle suçluyorlardı.
karl jaspers ile gabriel marcel öğretisinin hristiyan kanadını, heidegger ile sartre tanrıtanımaz kanadını temsil ederler.
klasik felsefeye göre, tanrı insanı yaratmadan önce özünü ortaya koymuştur.
varoluşçuluğun tanrıtanımaz kanadı ise, varoluşun özden önce geldiğini kabul ettiğinden, tanrısızlığın bütün sonuçlarını üstlenmektedir. ona bakılırsa, "insan doğası" diye bir şey yoktur. insan kendini nasıl yapıyorsa öyledir; varlığının temel seçmesi olan bir tasarıyla önce kendini belirler ve sonra gidişatının bütünü içinde ortaya çıkar.
varoluşçuluğa göre insan, özgür olmaya mahkumdur.
varoluşçulukta bir kötümserlik varsa, gerçekte, bunu bir çeşit "iyimserlikte katılık" diye düşünmek gerekir. bu katı iyimserlik, gerekircilik uğruna, insanların eksiklerini, kusurlarını hoş gören bir sorumluluğu tanımaz. onun gözünde varoluşçuluk bir eylem ve özgürlük hümanizmasıdır.
varoluşçuluğun öznelciliğine gelince, o da, -komünistlerin ileri sürdükleri gibi- burjuva kökenli oluşunun bir belirtisi değildir; insanı bir nesne gibi görmeyi istemeyişinin bir işaretidir.
varoluş özden önce gelir. öyleyse öznellikten hareket etmek gerekir.
ilkin insan vardır; yani insan önce dünyaya gelir, var olur, ondan sonra tanımlanıp belirlenir, özünü ortaya çıkarır.
gerçekten de varoluş özden önce geliyorsa, insan ne olduğundan sorumludur. işte, varoluşçuluğun ilk işi de her insanı kendi varlığına kavuşturmak, varlığının sorumluluğunu omzuna yüklemektir.
ne var ki, "insan sorumludur" derken, yalnızca "kendinden sorumludur" değil, "bütün insanlardan sorumludur" anlaşılmalıdır.
insan kendi kendini seçer. ama insan kendini seçerken bütün insanları da seçer. öte yandan, bütün insanları seçerken insanoğlu kendini de seçmiş olur.
kendime karşı sorumlu olunca, herkese karşı da sorumlu oluyorum.
varoluşçuluğa göre, insanlık bunaltıdır.
birçokları, bu sıkıntıyı (bu iç daralmasını) yaşamaz. onlar, bunaltılarını maskeleyerek ondan kaçarlar.
heidegger'in pek hoşlandığı bir deyim vardır: bırakılmışlık. tanrı olmadığı için insan bir başına bırakılmıştır.
tanrı pahalı ve yararsız bir varsayımdır.
tanrı ortadan kaldırılınca, kavradığımız evrendeki değerleri bulmak olanağı da ortadan kalkar. bizim adımıza iyiyi düşünecek sonsuz ve yeterli bir bilinç (yani tanrı) var olmadığından, "iyi" diye önsel bir şey de var olamaz artık.
dostoyevski, "tanrı olmasaydı her şey mubah olurdu." diye yazmıştı. işte bu söz, varoluşçuluğun çıkış noktasıdır.
varoluş özden önce gelince, verilmiş ve donmuş bir insandan söz edilemez artık. önceden belirlenmiş, donmuş bir doğa açıklanamaz çünkü. başka bir deyişle, gerekircilik (determinizm) kadercilik yoktur burada. kişi özgürdür, insan özgürlüktür.
insan özgür olmaya mahkumdur, zorunludur. zorunludur; çünkü yaratılmamıştır. özgürdür; çünkü yeryüzüne geldi mi, dünyaya atıldı mı bir kez, artık bütün yaptıklarından sorumludur.
varoluşçu, tutkunun (ihtirasın) gücüne inanmaz. ancak şunu düşünür: insan kendi tutkusundan sorumludur.
insan desteksizdir, yardımsızdır, her an insanı bulmak (keşfetmek) zorundadır.
francis ponge: insan insanın geleceğidir.
kant ahlakı, "başkalarını sakın araç saymayın, araç gibi kullanmayın, amaç sayın onları" der.
eğer değerler tasarladığımız somut ve belirli durumu iyice aşıyorsa, kesin bir yol göstermiyorsa, geniş ve belirsizse, yapacak tek iş kalıyor bize: içgüdülerimize uymak, onlara göre davranmak.
andré gide: yaşanan bir duygu ile yaşanmış gibi gösterilen bir duyguyu birbirinden ayırmak çok zordur.
duygu, yapılan hareketlerle oluşur. duygunun değeri edimlerden sonra ortaya çıkar.
öğüt verecek kişiyi seçmekle insan, kendini seçer.
genel bir ahlak yoktur; çünkü size yol gösterecek bir işaret yoktur dünyada.
umutsuzluk, "irademize bağlı olan şeylere ya da eylemimize yol açan olasılıklara güvenmekle yetineceğiz." demektir.
hiçbir tanrı, hiçbir yazgı dünyayı ve olanaklarını benim istemime uyduramaz.
descartes: dünyadan çok kendinizi yenin!
gerçekte işler, insan onların nasıl olmasını kararlaştırırsa öyle olacaktır.
bir işe atılmak için umutlanmak gerekmez. elbette, "hiçbir partiye girmemeliyim." demek değildir bu. "hayal kurmayacağım, elimden geleni yapacağım." demektir.
varoluşçuluğa göre, ancak eylem içinde, iş içinde gerçeklik vardır. insan kendi tasarısından başka bir şey değildir; kendini yaptığı, gerçekleştirdiği ölçüde vardır. yani hayatından, edimlerinin toplamından ibarettir.
insan, bir girişimler zinciridir. insan bu girişimleri yaratan bağlantıların toplamı, örülüşü ve bütünüdür.
varoluşçuluk iyimser bir öğretidir.
varoluşçuluk bir miskinlik, eylemsizlik felsefesi değil. çünkü işle açıklıyor insanı, eylemle tanımlıyor, davranışla yargılıyor.
varoluşçuluğa göre, insanın yazgısı kendindedir. gerçi varoluşçuluk umudun ancak eylemde bulunduğunu, kişiyi yaşatacak tek şeyin edimleri olduğunu öne sürer.
bu kuram, insana değer veren, saygı gösteren tek kuramdır. ona nesne gözüyle bakmayan biricik kuram..
bir "başkası", hem varoluşum, hem de kendimi bilişim için gerekli.
insanda "insan doğası" diyeceğimiz bir evrensel öz yoktur.
her tasarının bir evrenselliği vardır.
varoluşçuluk, andré gide'in "gerekçesiz edim" kuramından farklıdır. çünkü gide bilmez bu durumun ne olduğunu. onun yaptığı kaprisine uymaktır yalnızca. varoluşçuluğa göre ise, tam tersine, insan, kurulu bir durum içinde bulunur. bu durum içinde hem kendisi bağlanır, hem de seçimiyle bütün insanlığı bağlar.
bir tablo yapan ressam, önceden konulmuş kurallara kulak asmıyor diye yerilir mi hiç?
önsel (deney öncesi) estetik değerler yoktur.
sanatçı resmini çizerken kendi kendini de oluşturur; eserin bütünü hayatıyla birleşir, hayatına karışır.
sanatla ahlak arasında bir ortak yan varsa, o da şu: her ikisinde de yaratış ve buluş bulunuyor.
insan, varolan ahlak kurallarına başvurmak yerine, kendi yasasını gene kendi bulmak zorundadır.
insan kendi kendini kurar. önceden kurulmuş, tamamlanmış, sona ermiş değildir. ahlakını seçerken kendi kendini de kurmuş olur.
ilerlemeye inanmıyoruz biz. ilerleme bir düzeltmedir. insan ise, değişen bir durum önünde hep aynı insandır. seçme ise bir durum içinde seçmedir hep.
insanın durumu özür ve yardıma yer vermeyen özgür bir seçiştir.
kötü niyet, düzenbazlık bir yalandır; çünkü tümel bağlanma özgürlüğünü gözden saklar.
bize gelince, her özel durumda biz de "özgürlük için özgürlük" isteriz.
özgürlüğü isteyince, onun tümüyle başkalarının özgürlüğüne, başkalarının özgürlüğünün ise bizimkine bağlı olduğunu anlarız.
insan, varoluşu özünden önce gelen bir varlıktır. çeşitli koşullar içinde özgürlüğünü istemeden yaşayamayan özgür bir yaratıktır.
ahlakın içeriği ne denli değişken olursa olsun, biçimi her zaman evrenseldir. kant'ın da açıkladığı gibi özgürlük hem kendinin, hem de başkalarının özgürlüğünü gerektirir.
çok soyut ilkeler eylemi belirleyemez.
özgür bir bağlanma alanında insan her şeyi seçebilir.
"değerleri biz yaratıyoruz" demek, "hayatın önsel bir anlamı yoktur." demektir.
insancılık, insanı amaç ve üstün bir değer olarak ele alan bir kuramdır.
varoluşçuluk insanı bir son, bir amaç olarak ele almaz, bilir ki her zaman yapacak bir işi olacaktır onun, asla son bulmayacaktır.
insan kendi dışında vardır, kendi dışına çıkarak var olur. yani, ancak dışa atılarak, dışta kendini yitirerek varlaşır; aşkın amaçları kovalayarak var olabilir. bu yönden alınırsa, insan ilerleyiştir, aşıştır, oluştur; ilerlemenin, aşmanın göbeğindedir.
insanı kurmasından ötürü (tanrının aşkın oluşu anlamında değil; kendini aşma anlamında) bu aşkınlık ilişkisine "varoluşçu insancılık" adını veriyoruz. "insancılık" diyoruz; çünkü kişiye bununla, kendinden başka yasa koyucu bulunmadığını hatırlatmış oluyoruz. bununla, kendi içine kapanarak ve başkalarından koparak değil; ancak dışında bir amaca yönelerek varlığını gerçekleştireceğini göstermiş oluyoruz.
varoluşçuluk, insanı asla umutsuzluğa düşürmeye çalışmaz. hıristiyanların yaptığı gibi, bir umutsuzluk, inançsızlık yaftası yapıştırılıyorsa ona, umutsuzluğun kaynağında doğduğundandır bu. varoluşçuluk, tanrının yokluğunu ispata uğraşmaz. böylesi bir çabayla kendini yormaz. o şuna bakar daha çok: tanrı var olsaydı, yine de bir şey değişmeyecekti.
insan kendini bulmalı, özünü elde etmeli ve şuna da inanmalıdır: hiçbir şey -tanrının varlığını gösteren en değerli kanıt dahi- kişiyi kendinden, benliğinden kurtaramaz.
bunaltı, edimlerin tümüyle doğrulanamayışından gelen ve herkese karşı duyulan bir sorumluluktur.
öğrencilerine ders verirken bir felsefe öğretmeni, bir düşünceyi iyi anlatmak için zayıflatır onu, hafifletir. üstelik pek kötü bir şey de yapmış sayılmaz. insan bir kez bağlanma kuramını ele almışsa, sonuna dek götürmelidir. varoluşçu felsefe gerçekten "varoluş özden önce gelir." diyen bir felsefe ise, içtenlikli olması için, yaşanmalıdır.
eskiden filozoflara, yalnızca filozoflar saldırırdı.
varoluşçuluğun, ilerde köktenci (radikal) sosyalizmin bir dirilişi haline gelip gelmeyeceği sorulabilir.
tek ilerici davranış marxçılıktır. çağın gerçek sorunlarını ortaya koyabilen yalnızca odur.
varlıkların süreksiz varoluşuna bakarak, süreksiz bir nesneler dünyası tablosu çiziliyor. öyle bir tablo ki, içinde nedensellikten eser yok; o tuhaf nedenler ilişkisinin bir türü var ancak: edilgin, aşağılık, anlaşılmaz, nesnellik türü. varoluşçu kişi ıvır zıvır eşyayla dolu bir dünyada sendeliyor.
nesnel evren, varoluşçular için, hayalkırıklıklarına yol açan, elde edilemeyen, ilgisiz, sürekli olasılık içinde bir dünyadır. yani marxçı maddeciliğin benimsediği dünyanın tam tersi.
insanın insana nesne muamelesi yapmaya yanaşmaması insanlık onurunun bir gereğidir.
eğer salt bir nesneler evreni tasarlarsanız gerçeklik gözden silinir. nesne dünyası olasılık dünyasıdır. siz de kabul edersiniz ki, ister bilimsel, ister felsefi olsun, her kuram olasıdır.
sartre'ın "varoluşçuluk bir insancılıktır" adlı eserinin asım bezirci çevirisi.
weil'e göre varoluşçuluk bir bunalım, mounier'ye göre umutsuzluk, hamelin'e göre bunaltı, banfi'ye göre kötümserlik, wahl'a göre başkaldırış, marcel'e göre özgürlük, lukacs'a göre idealizm (düşüncülük), benda'ya göre usdışıcılık (irrasyonalizm), foulquié'ye göre saçmalık felsefesidir.
her nesnenin bir özü, bir de varlığı vardır. öz, sürekli nitelikler topluluğu demektir. varlık (ya da varoluş) ise dünyada etkin (aktif) olarak bulunuş demektir. çoğu kimse özün önce, varoluşun sonra geldiğine inanır. örneğin, bezelyeler bir bezelye düşüncesine göre yerden biter, yuvarlaklaşır. bu düşünüş köklerini dinden alır. tanrı, insanları kendindeki insan düşüncesine göre var eder. nesne, ancak özüne uyduğu zaman var olur. bütün insanlara özgü bir öz vardır; bu değişmez özün adı insan doğasıdır.
varoluşçuluk ise tam tersini öne sürer bunun: insanda -ama yalnız insanda- varoluş özden önce gelir. insan önce vardır; sonra şöyle ya da böyle olur. çünkü o, özünü kendi yaratır. nasıl mı? dünyaya atılarak, orada acı çekerek, savaşarak yavaş yavaş kendini belirler. bu belirlenme yolu hiç kapanmaz, her zaman açıktır.
bireyciliğe aşırı yer vermek, kişinin varoluş sorununa büyük ilgi göstermek ve herhangi bir düşünce okulundan olmamak, herhangi bir inançlar kümesini, özellikle sistemleri yetersiz görmek; sığlığını, bilgiçliğini, yaşamdan yoksunluğunu ileri sürerek gelenekçi felsefeyi açıkça küçümsemek, bütün bunlar, kierkegaard'ın, jaspers'ın, heidegger'in olduğu gibi, nietzsche'nin de belli başlı özellikleri ve varoluşçuluğun çıkış noktalarıdır.
ritter'a göre, varoluşçuluk "köklerinden kopmuş, temelini yitirmiş, geçmişe, tarihe güvenini kaybetmiş, toplumda yabancılaşmış, mutsuz, huzursuz insan varlığını dile getiren" bir felsefedir. bu felsefe daha çok, "toplum içinde yaşayan bireyin tehdit altında olduğu, günümüzle gelenek arasındaki bağlantının koptuğu, insanın manasız bir varlık haline geldiği, kendi kendini yitirmek tehlikesinin baş gösterdiği yerde" ortaya çıkar. özellikle, savaş ve bunalım ertesi yılları bu çıkışın keskinleştiği, göze battığı dönemlerdir.
tillich'e göre, insan gitgide işlettiği makinenin egemenliği altına giriyor. özünü, benliğini, bilincini, kişiliğini günden güne yitiriyor.
öte yandan -marxçıların da söylediği gibi- makinenin getirdiği toplumsal üretim düzeniyle bireysel mülkiyet düzeni arasındaki çelişme kişiyi tedirgin ediyor. iki düzen arasında bir uyarlık sağlanamaması insanı gittikçe kendine yabancı, saçma, ezici, güvensiz, anlamsız bir ortamda -hiçlikle karşı karşıya- yaşamak zorunda bırakıyor.
giderek insanoğlu, sartre'ın deyişiyle, "nedensiz, zorunsuz, anlamsız bir varlık" haline giriyor. geçmişsiz, desteksiz, yapayalnız bir varlık.
varoluşçu yazarlar çağımız insanının bırakılmışlığını, yalnızlığını, boğuntusunu, umutsuzluğunu, güvensizliğini belirtmekle yetinmezler. bu kişinin kendini tanımasını, özünü yaratmasını, benliğini kazanmasını, baskıdan kurtulmasını da isterler. insanı ezen teknik düzene, kişiliğini silen toptancı topluma, benliğini çiğneyen zorbalığa karşı koyar, gerekirse başkaldırırlar. bu yüzden öznelliğe ve bireyliğe büyük önem verirler. öznellikten kalkarak bireyciliğe varırlar. söz gelimi, kierkegaard bireyi ana gerçek sayar, toplumu hor görür. ona göre, bireyin varlığını koruması için toplumdan, kamudan, eşitlikten sıyrılması gerekir. bireycilik ancak yalnızlık, boğuntu, kaygı ve umutsuzluk içinde belirir, korunur ve derinleşir.
mademki kişi dünyaya atılmıştır, kendi başına bırakılmıştır, öyleyse yaptıklarından sorumludur. nitekim o, kendini nasıl kurarsa öyle olacaktır. tasarılarına, seçmelerine, eylemlerine göre varlığına bir öz kazandıracaktır. edimleriyle kendini gerçekleştirecektir. gerçekleştirmelidir..
henri arvon varoluşçuluğun kaynağında kargaşacı (anarşist), bireyci max stirner'i görüyor. j. beaufret ise kierkegaard'ı varoluşçuluğun öncüsü sayıyor.
varoluşçuluk 19. yüzyılın sonlarında -daha çok almanya'da- filizleniyor.
varoluşçuluğun eleştirisi
sartre'ın varoluşçuluğu çelişik ve tutarsız bir felsefedir. çünkü, bu felsefede birbirine aykırı ne ararsanız bulabilirsiniz. hani, her şeyi hem aşan, hem de koruyan bir felsefe dense yeridir. öyle ki, bir yandan idealizmle maddeciliği içine alır, öbür yandan her ikisini de iter. hem diyalektiği içine alır, hem de ona karşı çıkar. (..) doğrusu, bu felsefe hegelcilikle olgubilim ve varoluşçuluğun bir karışımıdır. bir çeşit seçmeciliktir (eklektizm), yamalı bohçadır, sistem değildir.
sartre'ın varoluşçuluğu eski ve yanlış bir felsefesidir. çünkü bilime, gerçeğe, evrime, gerekirciliğe (determinizm) sırt çevirir. tarihle, yaşamla, toplumla, kitlelerle bağlarını koparır. toplumsal sorumluluktan, siyasal eylemden kaçar. daha doğrusu, insanı ussal bir eyleme değil, içgüdüsel bir yaşayışa çağırır. varoluş, insan, özgürlük, gerçeklik kavramlarını somut içeriğinden sıyırır, soyutlaştırır. bir çeşit usdışıcılığa (irrasyonalizm), metafiziğe ve skolastiğe bağlanır.
sartre'ın varoluşçuluğu dinin ve ahlakın dışındadır. önsel değerleri, geleneksel verileri tanımadığından kişiyi boşluk içinde, dayanaksız bırakır. öte dünyaya inanmadığı için, insanı tükenmez bir umutsuzluğa tutsak eder. zaten onun özgürlük dediği şey, aslında bireyin kendi içine kapanışıdır, kişinin henüz biçimlenmemiş, soyut bir özgürlük sarayı içinde çıkmaza sürüklenişidir.
varoluşçuluk, umutsuzluğun doğurduğu bir durgunluk, miskinlik içinde kalmaya çağırır insanları. ayrıca, insanın hep kötü yanlarına ayna tutar; kirli, bulanık, karanlık olanı gösterir hep.
jean kanapa'ya göre, varoluşçuluk bir burjuva felsefesidir. varoluşçuluğu gerici, kötümser, aldatıcı bir felsefe saymak gerekir.
bir sistemin toptan gücü, onu oluşturan parçasal güçlerin toplamından daha yüksektir.
bulantı, evreni olduğu gibi göstermekten öteye geçmez.
eğer insanın bir nedeni, bir temeli yoksa bu, kendi kendinin nedeni, kendi kendinin temeli olmasındandır. eğer dıştan hiçbir şey ona bir değer vermiyorsa bu, kendi kendinin değeri olmasındandır. eğer bırakılmışsa bu, tümüyle özgür olmasındandır.
hayat umutsuzluğun öbür yanında başlar. (sinekler)
sinekler'de, oreste'le jupiter arasındaki uzun konuşmada, kişinin özgürlüğünün dünya düzenine aykırı olduğu temi ele alınır.
özgürlük, kişiyi her an bir seçme yapmaya iten bir dış yöneltinin, bir dış gereksinmenin yokluğundan gelir. bundan ötürü bağlanma kadar kararsızlık da bir özgürlüktür.
insan, kendisine sürekli bir varoluş özgürlüğü verilmiş bir varlıktır, özü olmayan bir varlık.
bulantı; öğretici açıklamalar, yorumlar ve karışmalarla ağırlaşmış bir yapıttır.
sartre'ın dünyası, saçma ve iğrenç bir evrenle ve serseri, biçimlenmemiş, çarpılmış bir bilinçle yüz yüze gelen dünyadır. insanın "susamadığı halde içtiği" bir dünya; her şeyin fazlalık halini aldığı, gereksizleştiği bir dünya; bütün çıkış yolları kapalı bir dünya.
tutsaklığın böyle sürüp gitmesi, insanla dünya arasındaki o önlenemez ayrılığı canlandırır. sahne hep kapalı bir yerdir, havası hiç değişmeyen bir kovuk: bir kahve, bir otel ya da mahalle.
sartre'ın kişilerinin göze çarpan yanı, tiksintileridir daha çok, varoluşun biyolojik koşullarını benimsemekteki beceriksizlikleridir.
sartre'ın yarattığı kişilerin özgürlüğü nedir? bu kişilerin gücü dünyadan kaçmakta, kendinden kopmakta, baskı yapan şeylerden sıyrılmakta, onları yok etmekte görülür.
sartre'ın dünyasında ne renk vardır, ne gerçek kurtuluşa özgü bir özgürlük sesi, ne de bir özgürlük çağrısı.
bir yaşayış bildirisi olmaktan çok, bir dünya görüşü olduğunu bilmek zorundadır.
marxçılar, varoluşçuluğu eylemsizlik ve öznelcilikle, katolikler ise kötümserlik ve bireycilikle suçluyorlardı.
karl jaspers ile gabriel marcel öğretisinin hristiyan kanadını, heidegger ile sartre tanrıtanımaz kanadını temsil ederler.
klasik felsefeye göre, tanrı insanı yaratmadan önce özünü ortaya koymuştur.
varoluşçuluğun tanrıtanımaz kanadı ise, varoluşun özden önce geldiğini kabul ettiğinden, tanrısızlığın bütün sonuçlarını üstlenmektedir. ona bakılırsa, "insan doğası" diye bir şey yoktur. insan kendini nasıl yapıyorsa öyledir; varlığının temel seçmesi olan bir tasarıyla önce kendini belirler ve sonra gidişatının bütünü içinde ortaya çıkar.
varoluşçuluğa göre insan, özgür olmaya mahkumdur.
varoluşçulukta bir kötümserlik varsa, gerçekte, bunu bir çeşit "iyimserlikte katılık" diye düşünmek gerekir. bu katı iyimserlik, gerekircilik uğruna, insanların eksiklerini, kusurlarını hoş gören bir sorumluluğu tanımaz. onun gözünde varoluşçuluk bir eylem ve özgürlük hümanizmasıdır.
varoluşçuluğun öznelciliğine gelince, o da, -komünistlerin ileri sürdükleri gibi- burjuva kökenli oluşunun bir belirtisi değildir; insanı bir nesne gibi görmeyi istemeyişinin bir işaretidir.
varoluş özden önce gelir. öyleyse öznellikten hareket etmek gerekir.
ilkin insan vardır; yani insan önce dünyaya gelir, var olur, ondan sonra tanımlanıp belirlenir, özünü ortaya çıkarır.
gerçekten de varoluş özden önce geliyorsa, insan ne olduğundan sorumludur. işte, varoluşçuluğun ilk işi de her insanı kendi varlığına kavuşturmak, varlığının sorumluluğunu omzuna yüklemektir.
ne var ki, "insan sorumludur" derken, yalnızca "kendinden sorumludur" değil, "bütün insanlardan sorumludur" anlaşılmalıdır.
insan kendi kendini seçer. ama insan kendini seçerken bütün insanları da seçer. öte yandan, bütün insanları seçerken insanoğlu kendini de seçmiş olur.
kendime karşı sorumlu olunca, herkese karşı da sorumlu oluyorum.
varoluşçuluğa göre, insanlık bunaltıdır.
birçokları, bu sıkıntıyı (bu iç daralmasını) yaşamaz. onlar, bunaltılarını maskeleyerek ondan kaçarlar.
heidegger'in pek hoşlandığı bir deyim vardır: bırakılmışlık. tanrı olmadığı için insan bir başına bırakılmıştır.
tanrı pahalı ve yararsız bir varsayımdır.
tanrı ortadan kaldırılınca, kavradığımız evrendeki değerleri bulmak olanağı da ortadan kalkar. bizim adımıza iyiyi düşünecek sonsuz ve yeterli bir bilinç (yani tanrı) var olmadığından, "iyi" diye önsel bir şey de var olamaz artık.
dostoyevski, "tanrı olmasaydı her şey mubah olurdu." diye yazmıştı. işte bu söz, varoluşçuluğun çıkış noktasıdır.
varoluş özden önce gelince, verilmiş ve donmuş bir insandan söz edilemez artık. önceden belirlenmiş, donmuş bir doğa açıklanamaz çünkü. başka bir deyişle, gerekircilik (determinizm) kadercilik yoktur burada. kişi özgürdür, insan özgürlüktür.
insan özgür olmaya mahkumdur, zorunludur. zorunludur; çünkü yaratılmamıştır. özgürdür; çünkü yeryüzüne geldi mi, dünyaya atıldı mı bir kez, artık bütün yaptıklarından sorumludur.
varoluşçu, tutkunun (ihtirasın) gücüne inanmaz. ancak şunu düşünür: insan kendi tutkusundan sorumludur.
insan desteksizdir, yardımsızdır, her an insanı bulmak (keşfetmek) zorundadır.
francis ponge: insan insanın geleceğidir.
kant ahlakı, "başkalarını sakın araç saymayın, araç gibi kullanmayın, amaç sayın onları" der.
eğer değerler tasarladığımız somut ve belirli durumu iyice aşıyorsa, kesin bir yol göstermiyorsa, geniş ve belirsizse, yapacak tek iş kalıyor bize: içgüdülerimize uymak, onlara göre davranmak.
andré gide: yaşanan bir duygu ile yaşanmış gibi gösterilen bir duyguyu birbirinden ayırmak çok zordur.
duygu, yapılan hareketlerle oluşur. duygunun değeri edimlerden sonra ortaya çıkar.
öğüt verecek kişiyi seçmekle insan, kendini seçer.
genel bir ahlak yoktur; çünkü size yol gösterecek bir işaret yoktur dünyada.
umutsuzluk, "irademize bağlı olan şeylere ya da eylemimize yol açan olasılıklara güvenmekle yetineceğiz." demektir.
hiçbir tanrı, hiçbir yazgı dünyayı ve olanaklarını benim istemime uyduramaz.
descartes: dünyadan çok kendinizi yenin!
gerçekte işler, insan onların nasıl olmasını kararlaştırırsa öyle olacaktır.
bir işe atılmak için umutlanmak gerekmez. elbette, "hiçbir partiye girmemeliyim." demek değildir bu. "hayal kurmayacağım, elimden geleni yapacağım." demektir.
varoluşçuluğa göre, ancak eylem içinde, iş içinde gerçeklik vardır. insan kendi tasarısından başka bir şey değildir; kendini yaptığı, gerçekleştirdiği ölçüde vardır. yani hayatından, edimlerinin toplamından ibarettir.
insan, bir girişimler zinciridir. insan bu girişimleri yaratan bağlantıların toplamı, örülüşü ve bütünüdür.
varoluşçuluk iyimser bir öğretidir.
varoluşçuluk bir miskinlik, eylemsizlik felsefesi değil. çünkü işle açıklıyor insanı, eylemle tanımlıyor, davranışla yargılıyor.
varoluşçuluğa göre, insanın yazgısı kendindedir. gerçi varoluşçuluk umudun ancak eylemde bulunduğunu, kişiyi yaşatacak tek şeyin edimleri olduğunu öne sürer.
bu kuram, insana değer veren, saygı gösteren tek kuramdır. ona nesne gözüyle bakmayan biricik kuram..
bir "başkası", hem varoluşum, hem de kendimi bilişim için gerekli.
insanda "insan doğası" diyeceğimiz bir evrensel öz yoktur.
her tasarının bir evrenselliği vardır.
varoluşçuluk, andré gide'in "gerekçesiz edim" kuramından farklıdır. çünkü gide bilmez bu durumun ne olduğunu. onun yaptığı kaprisine uymaktır yalnızca. varoluşçuluğa göre ise, tam tersine, insan, kurulu bir durum içinde bulunur. bu durum içinde hem kendisi bağlanır, hem de seçimiyle bütün insanlığı bağlar.
bir tablo yapan ressam, önceden konulmuş kurallara kulak asmıyor diye yerilir mi hiç?
önsel (deney öncesi) estetik değerler yoktur.
sanatçı resmini çizerken kendi kendini de oluşturur; eserin bütünü hayatıyla birleşir, hayatına karışır.
sanatla ahlak arasında bir ortak yan varsa, o da şu: her ikisinde de yaratış ve buluş bulunuyor.
insan, varolan ahlak kurallarına başvurmak yerine, kendi yasasını gene kendi bulmak zorundadır.
insan kendi kendini kurar. önceden kurulmuş, tamamlanmış, sona ermiş değildir. ahlakını seçerken kendi kendini de kurmuş olur.
ilerlemeye inanmıyoruz biz. ilerleme bir düzeltmedir. insan ise, değişen bir durum önünde hep aynı insandır. seçme ise bir durum içinde seçmedir hep.
insanın durumu özür ve yardıma yer vermeyen özgür bir seçiştir.
kötü niyet, düzenbazlık bir yalandır; çünkü tümel bağlanma özgürlüğünü gözden saklar.
bize gelince, her özel durumda biz de "özgürlük için özgürlük" isteriz.
özgürlüğü isteyince, onun tümüyle başkalarının özgürlüğüne, başkalarının özgürlüğünün ise bizimkine bağlı olduğunu anlarız.
insan, varoluşu özünden önce gelen bir varlıktır. çeşitli koşullar içinde özgürlüğünü istemeden yaşayamayan özgür bir yaratıktır.
ahlakın içeriği ne denli değişken olursa olsun, biçimi her zaman evrenseldir. kant'ın da açıkladığı gibi özgürlük hem kendinin, hem de başkalarının özgürlüğünü gerektirir.
çok soyut ilkeler eylemi belirleyemez.
özgür bir bağlanma alanında insan her şeyi seçebilir.
"değerleri biz yaratıyoruz" demek, "hayatın önsel bir anlamı yoktur." demektir.
insancılık, insanı amaç ve üstün bir değer olarak ele alan bir kuramdır.
varoluşçuluk insanı bir son, bir amaç olarak ele almaz, bilir ki her zaman yapacak bir işi olacaktır onun, asla son bulmayacaktır.
insan kendi dışında vardır, kendi dışına çıkarak var olur. yani, ancak dışa atılarak, dışta kendini yitirerek varlaşır; aşkın amaçları kovalayarak var olabilir. bu yönden alınırsa, insan ilerleyiştir, aşıştır, oluştur; ilerlemenin, aşmanın göbeğindedir.
insanı kurmasından ötürü (tanrının aşkın oluşu anlamında değil; kendini aşma anlamında) bu aşkınlık ilişkisine "varoluşçu insancılık" adını veriyoruz. "insancılık" diyoruz; çünkü kişiye bununla, kendinden başka yasa koyucu bulunmadığını hatırlatmış oluyoruz. bununla, kendi içine kapanarak ve başkalarından koparak değil; ancak dışında bir amaca yönelerek varlığını gerçekleştireceğini göstermiş oluyoruz.
varoluşçuluk, insanı asla umutsuzluğa düşürmeye çalışmaz. hıristiyanların yaptığı gibi, bir umutsuzluk, inançsızlık yaftası yapıştırılıyorsa ona, umutsuzluğun kaynağında doğduğundandır bu. varoluşçuluk, tanrının yokluğunu ispata uğraşmaz. böylesi bir çabayla kendini yormaz. o şuna bakar daha çok: tanrı var olsaydı, yine de bir şey değişmeyecekti.
insan kendini bulmalı, özünü elde etmeli ve şuna da inanmalıdır: hiçbir şey -tanrının varlığını gösteren en değerli kanıt dahi- kişiyi kendinden, benliğinden kurtaramaz.
bunaltı, edimlerin tümüyle doğrulanamayışından gelen ve herkese karşı duyulan bir sorumluluktur.
öğrencilerine ders verirken bir felsefe öğretmeni, bir düşünceyi iyi anlatmak için zayıflatır onu, hafifletir. üstelik pek kötü bir şey de yapmış sayılmaz. insan bir kez bağlanma kuramını ele almışsa, sonuna dek götürmelidir. varoluşçu felsefe gerçekten "varoluş özden önce gelir." diyen bir felsefe ise, içtenlikli olması için, yaşanmalıdır.
eskiden filozoflara, yalnızca filozoflar saldırırdı.
varoluşçuluğun, ilerde köktenci (radikal) sosyalizmin bir dirilişi haline gelip gelmeyeceği sorulabilir.
tek ilerici davranış marxçılıktır. çağın gerçek sorunlarını ortaya koyabilen yalnızca odur.
varlıkların süreksiz varoluşuna bakarak, süreksiz bir nesneler dünyası tablosu çiziliyor. öyle bir tablo ki, içinde nedensellikten eser yok; o tuhaf nedenler ilişkisinin bir türü var ancak: edilgin, aşağılık, anlaşılmaz, nesnellik türü. varoluşçu kişi ıvır zıvır eşyayla dolu bir dünyada sendeliyor.
nesnel evren, varoluşçular için, hayalkırıklıklarına yol açan, elde edilemeyen, ilgisiz, sürekli olasılık içinde bir dünyadır. yani marxçı maddeciliğin benimsediği dünyanın tam tersi.
insanın insana nesne muamelesi yapmaya yanaşmaması insanlık onurunun bir gereğidir.
eğer salt bir nesneler evreni tasarlarsanız gerçeklik gözden silinir. nesne dünyası olasılık dünyasıdır. siz de kabul edersiniz ki, ister bilimsel, ister felsefi olsun, her kuram olasıdır.
Kategori:
.kitap,
.xyz,
#felsefe,
andre gide,
descartes,
dostoyevski,
francis ponge,
henri arvon,
jean kanapa,
jean-paul sartre,
martin heidegger
2.04.2009
sanat
wittgenstein: dilimin sınırları, dünyamın sınırlarıdır.
behçet necatigil: söylediğimiz her sözcük başka sözcükleri gereksinmektedir.
george thompson: şair daha üstün ruhsal ve toplumsal düzeye erişmiş bir bilicidir.
stephane mallarme: bir nesnenin adlandırılması şiirin doğurduğu hazzın üçte ikisini baskılar. o haz, anlamı parça parça tahmin etmenin mutluluğundan kaynaklanır.
michelangelo: davut mermerin içinde gizliydi; ben fazlalıkları attım.
hans-georg gadamer: şiirin dünyasını şiirin kendi içinden kurarız.
martin heidegger: düşünme ve şiirsel yaratı arasında gizli bir akrabalık vardır; çünkü her ikisi de dilin hizmetinde, dil için kullanılır ve harcarlar kendilerini. aynı zamanda bir uçurum bulunur bu ikisi arasında, apayrı dağları mesken edinmişlerdir çünkü.
max black: eğretileme bir bilgi barındırır; çünkü gerçekliği yeniden tanımlar.
melih cevdet anday: bir sanat yapıtının güzelliğini bilim açıklayamaz.
wassily kandinksy: renkler tuşlardır, gözler çekiçler, ruh ise birçok teli olan bir piyanodur. sanatçı, ruhtaki titreşimleri yaratmak için piyanoyu çalan eldir.
behçet necatigil: söylediğimiz her sözcük başka sözcükleri gereksinmektedir.
george thompson: şair daha üstün ruhsal ve toplumsal düzeye erişmiş bir bilicidir.
stephane mallarme: bir nesnenin adlandırılması şiirin doğurduğu hazzın üçte ikisini baskılar. o haz, anlamı parça parça tahmin etmenin mutluluğundan kaynaklanır.
michelangelo: davut mermerin içinde gizliydi; ben fazlalıkları attım.
hans-georg gadamer: şiirin dünyasını şiirin kendi içinden kurarız.
martin heidegger: düşünme ve şiirsel yaratı arasında gizli bir akrabalık vardır; çünkü her ikisi de dilin hizmetinde, dil için kullanılır ve harcarlar kendilerini. aynı zamanda bir uçurum bulunur bu ikisi arasında, apayrı dağları mesken edinmişlerdir çünkü.
max black: eğretileme bir bilgi barındırır; çünkü gerçekliği yeniden tanımlar.
melih cevdet anday: bir sanat yapıtının güzelliğini bilim açıklayamaz.
wassily kandinksy: renkler tuşlardır, gözler çekiçler, ruh ise birçok teli olan bir piyanodur. sanatçı, ruhtaki titreşimleri yaratmak için piyanoyu çalan eldir.